Doç.Dr. Murat Karaoğlan


KÜLTÜR KİTAPLARIN AYDINLIĞINDA (IV)

SOSYAL ADALET NEDEN ÖNEMLİDİR -IV- (12 ve 13’üncü bölümler)


Orijinal adı: Why social justice matters

Yazar: Brian Barry

İngilizce basım yılı: 2005

Türkçe basım yılı: 2017

İngilizceden çeviren: Ebru Kılıç

Yayınevi: Koç Üniversitesi Yayınları (KÜY yayınları)

Sayfa sayısı: 372

 

Yazar hakkında kısa bilgi (1936-2009): İngiltere doğumlu yazar politik filozoftur. İngiltere ve Amerika’nın çeşitli üniversitelerinde politik felsefe dersleri veren Profesor Brian Barry’nin çok sayıda eseri ve adına verilmiş çok sayıda ödül bulunmaktadır.

 

SOSYAL ADALET NEDEN ÖNEMLİDİR   -III- (7-11.’inci bölümler)

Sevgili okurlar,

Sosyal Adalet Neden Önemlidir adlı eserin 12 ve 13’üncü bölümleri için kaleme aldığım inceleme yorum yazısını beğeninize sunuyorum.

Keyifli okumalar…

ON İKİNCİ BÖLÜM

SORUMSUZ TOPLUMLAR

Yazar bu bölümde ortaya çıkan toplumsal sorunlardan kişilerin mi yoksa toplum tarafından yaratılan sistemlerin mi sorumlu olduğunun yanıtına ilişkin çarpıcı tespitlerde bulunuyor. 1970 sonrası servetin yoksullardan zengin sermaye sınıfına transferini öngören neoliberalizmin küreselleşmesi için sosyal devlet-refah toplumları modellerinin terk edilmeye başlandı. Neoliberal ideolojiye göre, kişilerin ve genel toplum refahını önceleyen sosyal devlet uygulamaları gereksiz, zararlı, verimsiz idi. devletin bu uygulamalardan vazgeçmesi gerekirdi. Devletin küçülmesi özel sermayenin büyümesi daha akıllıca olurdu. Kişilerin bireysel refahından kişilerin sorumlu olması gerekiyordu. Kişilerin başlarına gelen kötü şeyler kendi sorumlulukları idi. ‘’Dadı Devlet’’ ya da ‘’Devlet Baba’’ gereksiz olmakla kalmayıp ‘’bağımlılık’’ yaratarak sorumsuzluğa özendiriyordu. Devlet, sosyal refah için para ve kaynak ayıramazdı. Böylelikle bu kaynaklar özel sermayeye akıtılabilirdi. Bu uygulamaların gerçekleşmesi için ideolojik bir saldırı başlatıldı: Kişisel sorumluluk kültü. Böylelikle; devletin hizmet sunarak ya da kurallar koyarak kârı değil insanı önceleyen herkes için düzgün maddi koşullar sağlamak, güvenliği, özerkliği ve insan onurunu korumak gibi görevleri olduğu fikrini unutabilirdik. Benim de içinde bulunduğum koca bir nesil bu ideolojik saldırı altında büyüdü. Bu koşulları doğal ve meşru buldu. Bireysel sorumluluk tabusu hükümetlerin rolünü kısıtlamak isteyen neoliberal ideoloji için inanılmaz uygun bir ortam yarattı. Şirketler de bireysel sorumluluk yaklaşımlarını özendirmek, benimsetmek için çok para harcadılar, kaynak ayırdılar.

Bireysel sorumluluk, tehlikeli bir çevrenin olası kötü sonuçlarından kaçınma sorumluluğunu bireylerin üstüne yıkarak devletin kurumların, şirketlerin ve bunların başında bulunan yöneticilerin yükümlülükten kurtulmalarını sağlar. Bireysel sorumluluk kültü, bir tren ya da uçak kazasında kazaya yol açan demiryolu veya havayolu kuruluşlarının olumsuz sonuçlar doğuran yapısal organizasyonlarından ve bunların düzeninden, kontrolünden sorumlu olan otoritelerin sorumluluklarını makinist, sürücü veya pilotların bireysel kusurlarına yönlendirir. Tıbbi ölümler sıklıkla kötü ve yetersiz sağlık sisteminin yarattığı birikimli olumsuz koşullarından kaynaklanırken, olumsuz sonuçlardan çoğunlukla doktorlar ya da sağlık çalışanları sorumlu tutulur. Doktorlar sürekli zaman baskısı altında uzun saatler boyunca yoğun hasta yükü altında çalışır. Yerin yüzlerce metre altında madenlerde gerekli ve yeterli önlem ve koşullar sağlanmadan çalışan madenciler bu kusurların bedelini hayatlarıyla öderken sorumlu kader olur. Hayır, kader önceden yazılmış değiştirilemez bir yazgı değil, bizim yarattığımız sistemlerin modellerin öngörülebilir, değiştirilebilir zorunlu sonuçlarıdır. 100 araçlık bir otoyola 1000 araç basarsanız ya da insana yaraşır bir şekilde ancak 100 hastaya hizmet verebilecek personel ve donanıma sahip bir hastaneye 1000 hasta basarsanız bu yollarda kazaların olması kaçınılmaz olur, bu hastanelerde hak ihlallerinin, önlenebilir sağlık sorunlarının ortaya çıkması kaçınılmaz olur. Bunun olumsuz sonuçlarına benim, sizin ya da herhangi birimizin rastlantısal maruz kalma şansına ‘’kaza’’ diyorlar. Tüm bu olumsuz sonuçlardan bu hizmeti sunanlar değil, bu olumsuz sonuçları üretmesi kaçınılmaz olan sistem ya da modeller sorumludur.

 

Güvenlik için her zaman herkesin yüzde yüz tetikte olmasına dayanan bir anlayış ve sistem adaletsizdir, çünkü makul bir biçimde karşılanamayacak bir standart yaratır. Yüksek riskli, düşük ücretli koşullarda ağır işlerde çalışan işçilerin kazlara ve ölümlere maruz kalması kaçınılmazdır.  Tüm bu olumsuzlukları işçilerin bireysel kusur ve dikkatsizliği gibi onların kişisel sorumluluğuna yıkmak her zaman başvurulan bir popülist kavrayıştır. Ne yazık ki, bu tür olaylarda sorumlu işverenlerin kovuşturmaya uğrama olasılığı da düşüktür. Böyle koşullardan doğan ölümleri kaza olarak nitelemek çoğunlukla perde arkasındaki gerçek sorumlunun kimliğini maskelemeye hizmet eder.

 

Gerçekte olması gereken şey ise, devletlerin, şirketlerin ve kurumların kaçınılmaz tehlike ile karakterize bir ortam yaratarak bireylerin bu ortama ayak uydurmasını istemek değildir. Aksine, onları tehlikeye maruz bırakan koşullardan/çevreden korumaktır Neoliberal anlayış sonrası devletler ya da kurumlar, ağır kirliliğe maruz kalınan bir çevrede musluktan akan suyun içilebilirliğini sağlamak yerine her haneye para ile elde edilebilen yeterince şişe suyu tedarik etmeyi sağlamıştır. Var olan kamusal okulların nitelikçe yüksek yeterli sayıda olmasını sağlamak yerine özel okul sayıları artırılmaktadır. Ya da var olan kamusal hastanelerin nüfusa yeter bir donanım ve sayıda olmasını sağlamak yerine özel hastane ve sağlık kurumlarına alan açılmaktadır. Neoliberal anlayış ve model doğru yaklaşımını daha fazla eşitlik yerine daha fazla tercih yaratmak olduğunda ısrar etmektedir. Ancak bunun insanı değil kârı öncelediği artık bir sır değil.

Giderek artan evsiz yurttaşların ya da öğrencilerin barınma sorunu kişisel beceri ve kötü tercihlere değil, makul düzeyde karşılanabilir konut üretiminin kamusal olarak karşılanamamasından kaynaklanmaktadır. Bu kimselerin sigara, uyuşturucucu, alkol bağımlılığı, gasp gibi kötü davranışlara itilme riski doğal olarak yüksektir. Bu nedenle bu kişiler, davranış biçimlerinin içinde bulunulan koşullara bağımlı olduğunun çarpıcı bir örneği olurlar.

Her yaş ve düzeyde kişilere sürekli bir performans ve rekabet baskısı dayatan mevcut sosyopolitik ve ekonomik yaşam tarzı (neoliberalizm) patron lehine verimliliği artırırken kaliteye özen gösterilmesi için gereken zaman ve insan kaynaklarını tehlikeye atmakta ve insani hizmet sunucularının çalışma koşullarını kötüleştirmektedir.

Her düzeyde yöneticiler, bu koşulların yarattığı olumsuz sonuçlarda öncelikle sorunu yok sayarlar, sonra önemini küçümserler, tüm bunlar işe yaramadığında da en son olarak bireysel sorumluluk suçlanır. Böylelikle, yol bakımlarındaki sorumsuzluklar, finansal yolsuzluklar, yöneticilere ödenen devasa maaşlar, açgözlülük, yalan aldatma ve talanlar, çalmayı teşvik eden etkenler gibi sistemin temeline oturmuş sorumlu düzen maskelenmeye çalışılır. Gerçekte sorun, sürücüde değil, arabanın kendisindedir.

Yazar son olarak, çarpıcı bir örnek olarak obezite, psikiyatrik bozukluklar ve intihar sıklığındaki artışı dikkatimize sunuyor. Sıklığı artan obezitenin/şişmanlığın kök nedeni olarak bireyleri suistimal eden yüksek kalorili fruktoz temelli içecek ve besin reklamları ve bu gıdaların tüketimini teşvik eden uygulamalar ile yaratılan obezojenik çevredir. Neoliberal düzen obez bireyler üreten bu yapıyı önlemek yerine obeziteden bireyleri sorumlu tutmaktadır. Sağlık ve kamu otoriteleri bireysel önlemler almayı salık vermektedirler. Sonuçta, obezite ile baş edilememekte obezite sıklığı günden güne artmaktadır. Artan intiharlardan, psikiyatrik bozukluklardan da kamusal ve özel otoritelerce yaratılan çalışma ve çevre koşulları değil bireylerin hastalıklı yapıları ve genleri sorumlu tutulmaktadır.

BEŞİNCİ KISIM

ONÜÇÜNCÜ BÖLÜM

SOSYAL ADALET TALEPLERİ EŞİTSİZLİĞİN PATOLOJİLERİ

Yazar bu bölümde eşitsizliğin sosyal, siyasal, ekonomik, kişisel, psikolojik, hukuk ve eğitimsel alanlarda yol açtığı patolojileri yakın geçmişte yaşanmış örnekler üzerinden detaylandırmaktadır. Yazar, sosyal patolojilerin, artmış suç oranlarının, cinayetlerin, toplumsal birliktelik ruhundaki aşınmanın toplumsal sınıflar arası gelir dağılımındaki eşitsizliğin zorunlu sonuçları olduğunu göstermektedir. Yoksulluktan bağımsız olarak alt ve üst arasındaki gelir eşitsizliği toplumsal ve kişisel refahı baltalamaktadır.

Gelir eşitsizliği giderilmeden eğitim alanındaki kişisel niteliklerin yükseltilmesi sadece daha düşük nitelikli işlerde daha yüksek nitelikli insan kaynağının kullanılması ile sonuçlanacaktır ki bu da kişisel doyum ve toplumsal refaha katkı sunmayacaktır. Aşırı eğitimliler ordusu işverenlerin nitelikli emek gücüne olan bağımlılığını azaltmaya yarayacaktır.

Yazar bu bölümde yoksulluğun tanımı üzerinde geniş bir tartışma sunmaktadır. Yoksulluk sınırının temel ihtiyaçları gidermek olarak tanımlanması yaygın kabul görse de bu son derece yanlıştır. Yoksulluk sınırı tanımının hâlâ bir aleninin gelirinin, ucuz ama besin değeri açısından dengeli bir yiyecek sepetinin maliyetini karşılayabilmek olarak belirlenmesi utanç vericidir. Bu temel ihtiyaçların durağan olduğu fikrini meşrulaştırmaktadır. Oysa temel ihtiyaçlar, içine doğulan topluma ve zamanın koşullarına göre dinamik olarak değişmektedir. Yoksulluk tanımı mutlak değil topluma göre göreli olarak tanımlanmalıdır. Yazar burada Adam Smith’e göndermede bulunarak yoksulluk sınırında ilkenin ‘’utanç duymaksızın insan içine çıkabilme becerisi, topluma katılma fırsatı’’ olarak belirlenmesini işaret etmektedir. Yazar yoksulluk sınırının iktisadi formulasyonlarından birinin toplumun ortalama gelir düzeyinin yarısı olarak öneride bulunmaktadır. Bu oranlarda bir gelir düzeyinin insanların toplumdan dışlanmadan yaşayabileceğini öngörmektedir. Peki, bu tanım neden doğrudur? Çünkü davranış ve yaşamlarını zamana ve topluma uygun olarak değiştirememiş olanlar sosyal konumunu yitirirler. Yaşamak demek karın doyurmak değil, beslenmek demektir, sinema, tiyatro gibi sanat etkinliği üzerinden topluma katılmak demektir. Kitap okuyabilmek, kendini geliştirebilme olanağı bulabilmek demektir. Toplum standartlarına uygun hediye alabilmek, araba kullanabilmek demektir. Yoksulluk standartları sizin beraber yaşadıklarına göre görecelidir.

 

 

Yazar gelir eşitsizliğini ‘’konumsal mallar’’ kavramı üzerinden de tartışmaktadır. Konumsal mal ne kadarına sahip olduğunuz değil başkalarına göre ne kadarına sahip olduğunuzla ilgilidir. Ortalama çoğunluğun SUV kullandığı otoyolda sizin sıradan bir araba kullanmanız sizi değersiz ve güvensiz hissettirir. Ortalama çoğunluğun uçak kullandığı bir çevrede sizin araba kullanmanız sizin yoksul olarak tanımlanmanıza yol açar. Konumsal mallara ilişkin birikimli avantajların eğitim ve fırsat eşitliği alanına yansıması eşitsizliğin sürekli ve kuşaktan kuşağa devredilen bir miras olmasını sağlar. Ne kadar eğitimli olduğunuz değil başkalarına göre ne kadar eğitimli olduğunuz önemlidir. Servet eşitsizliğinin yarattığı ayrıcalıklar sadece bir bölümü eğitimle kuşaktan kuşağa miras olarak aktarılır. Farklı toplumsal sınıflarda yer alanların yaşam biçimleri ne kadar farklılaşırsa en yararlı ilişkiler ağı ve statü o kadar özel hale gelir.

Yazar servet ve gelir eşitsizliğinin yarattığı patolojilere ilişkin örnekler vererek devam eder: suçlar yoksullukla olduğu kadar eşitsizlikle de ilişkilidir. Suçlar, eşitsizliğin özünde var olan adaletsizliğe değil, onun sonuçlarından kaynaklanır. Yoksulluk, gelir ve statü eşitsizliği eğitim fırsatlarındaki eşitsizlikler suçların temel nedenleridir. Çoğu kötülüğün kaynağıdır, yoksulluk. Yoksulluk ve ekonomik açıdan alt sınıflara itilme suçları daha çekici hâle getirir.

Kişilere yönelik gasp, şiddet ve cinayet sıklığı ile gelir eşitsizliği arasında çok güçlü bir ilişki bulunmaktadır. Bu iki değişken arasındaki ilişki, eşitsizliğin kişiler arası güven ve bağlılık ağı olarak tanımlanan sosyal sermayeyi paramparça etmesinden kaynaklandığı bildirilmektedir. Eşitsizlik, en alttakilerde giderek içinde bulundukları topluma yabancılaşma ve mülksüzleştirilme hissi yaratır. Aynı gemide olma duygusunu darmadağın eder.

Eşitsizlik, demokratik siyasal sistemlerin ve hatta hükümetlerin vergilendirme, servet ve refahın dağıtımında sadece zengin ve güçlülerin taleplerini yerine getiren bir organizasyon olduğu kavrayışı ile sistemi işlemez hale getirir. Adalet duygusu yok olur.  Yoksulluğun giderilmesi politikalarını giderek daha uygulanamaz hâle getirir. Politik manevralar, yoksulluğun nedeni olarak belli bir etnik grubu, sınıfı ya da göçmenler gibi damgalanma tehdidi altında bulunan kimselere karşı ırkçı ve ayrımcı politikaların yükselen değer haline gelmesine yardım edebilir.

Eşitsizlik, ahlaki ve zihinsel dünyamızda olumsuz itici sonuçlara da yol açabilir. Bir toplum gelir ve servet açısından eşitlikten ne kadar uzaklaşırsa zenginlik ve statü arasındaki bağlantı o kadar sıkılaşır, öyle ki, zihinsel yaşama, ahlaki değerlere, sanatlara ya da yurttaşların refahına değerli katkılarda bulunan insanlar (örneğin öğretmenler, akademisyenler, doktorlar, hemşireler vb) para kazanamıyorsa artık düşük sosyal statüde görülmeye başlanır. Bu kişiler de kendilerini değersiz hissetmeye başlarlar. Aynı zamanda bu başarıların hiçbirini elde etmeksizin çok büyük miktarlarda para kazananlar hayranlık nesnesi haline gelir.

Zenginliğin bu kadar değerli görülmesi eşitsizliğin yoğunluğu ile artar. Zenginliğin hayranlık nesnesi haline gelmesi, erdemler yerine zengin olmaya öncelik veren ergenlerde depresyon, kaygı bozukluğu, dikkat eksikliği, davranış bozuklukları, narsizm, takıntılı bozukluklar ve paranoya gibi doğrudan kişilik bozukluklarına yol açmaktadır.

Eşitsizlik, ortak ülkü ve değerler için bir arada olan ulus olma duygusunu paramparça eder. Aynı gemide olma duygusu yok olur. Gemisini kurtaran kaptan olur. Başkalarının esenliğine karşı kayıtsızlık artar. Sosyal sorumluluk bilinci aşınır. Saldırganlık, zorbalık kural tanımazlık genel bir davranış kalıbı haline gelir.

 

Herkese saygılar

Doç.Dr. Murat Karaoglan

Email: muratkaraoglan@hotmail.com

Twitter: @muratkaraogla11