Doç.Dr. Murat Karaoğlan


KİTAPLARIN AYDINLIĞINDA

SOSYAL ADALET NEDEN ÖNEMLİDİR -II- (4-5-6’ıncı bölümler)


Sevgili okurlar,

Sosyal Adalet Neden Önemlidir adlı eserin 4-6’ıncı bölümleri için kaleme aldığım inceleme yorum yazısını beğeninize sunuyorum.

Yazar, dördüncü bölümde fırsat eşitliğinin bir yanılsama olduğunu, odaklanılması gerekenin güncel son durumdaki eşitsiz statüleri yaratan toplumsal düzen olduğunu dikkatlerimize sunuyor. Yazar, eşitsiz bir toplumsal düzenin nasıl birikimli dejavantaj yarattığına ilişkin olguları beşinci bölümde eğitim, altıncı bölümde ise sağlık üzerinden tartışıyor. Adaletsiz koşulların bilişsel beceriler üzerine ve genel sağlık üzerine olan olumsuz etkilerini dile gerirerek gelir adaletsizliğinin bir eğitim ve halk sağlığı sorunu olduğunu vurguluyor.

Yazar ele aldığı konuları güncel yaşamdan canlı örnekler, çarpıcı detaylarla dikkatimize sunuyor

Keyifli okumalar diliyorum.

 

 

KİTAPLARIN AYDINLIĞINDA

SOSYAL ADALET NEDEN ÖNEMLİDİR   -II- (4-5-6’ıncı bölümler)

Orijinal adı: Why social justice matters

Yazar: Brian Barry

İngilizce basım yılı: 2005

Türkçe basım yılı: 2017

İngilizceden çeviren: Ebru Kılıç

Yayınevi: Koç Üniversitesi Yayınları (KÜY yayınları)

Sayfa sayısı: 372

 

Yazar hakkında kısa bilgi (1936-2009): İngiltere doğumlu yazar politik filozoftur. İngiltere ve Amerika’nın çeşitli üniversitelerinde politik felsefe dersleri veren Profesor Brian Barry’nin çok sayıda eseri ve adına verilmiş çok sayıda ödül bulunmaktadır.

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

Neden fırsat eşitliği

Semper paraper eris, si paraper es, Aemiliane.

Dantur apes nullis nisi divitibus

 

(Şu an yoksulsan, dostum, yoksul kalacaksın

Bugünlerde sadece zenginler daha fazlasını ediniyor)

                                            -Martialis (M.S. 40-104)

 

Yazar, bu bölümde fırsat eşitliğininin güncel hayatta yarattığı derin yanılsamaya ağır eleştirilerde bulunuyor. Ele aldığı çeşitli olgular üzerinden fırsat eşitliği uygulamalarının gerçekte eşitsizliğin meşruiyetini nasıl sağladığını gösteriyor.

Yazar, gerçekte haklar, fırsatlar ve kaynakların nasıl dağıtıldığının önemli olduğunu ve bu dağıtımın küçük avantajlı bir sınıf lehine olduğunda fırsat eşitliği söyleminin nasıl anlamsızlaştığına güçlü felsefik temeller sunuyor. Önemli olan, kaynaklara erişim anındaki fırsat eşitliği değil, o kaynaklara erişim için gereken öznitelik ve becerileri edinme fırsatları yaratan ve yaşam boyu devam eden süreçlerdeki eşitsiz koşullardır. Bu becerileri edinme fırsatları açısından toplumsal düzenin doğurduğu birikimli dejavantajların becerileri eşit olanlar arasında dahi asla fırsat eşitliğinin öne sürdüğü koşulları yaratamayacaktır. Bu koşullarda en vasıflı olanı işe almak gerçekte adil olamayacaktır. Çünkü, işe alım anına kadar adayların gereken becerileri edinme fırsatlarının eşit olmadığı bir sosyal yapıda bu engellere sahip olanların çalışkanlık ya da tembellikten bağımsız olarak bu kaynaklara erişimleri olanaklı olmayacaktır. Kaldı ki, bu eşitsizlik kan bağı, etnik köken, eş-dost gibi gerçek adaletsiz durumların etken olmadığı durumlar için geçerli olmaktadır. En yüksek notu alan öğrencilerin en iyi kaynaklara erişimini meşru görmek yetersiz olacaktır. Yazar, bu durumun bu becerileri edinme fırsatı olamayanlar için baş edilemez bir fırsat eşitsizliği yaratacağını belirtiyor. Derin bir yoksulluk, ihmal edilmiş ya da suistimale uğramış bir çocuk, kaynakları kıt çok çocuklu bir aile çevresi, suça itilmiş anne babaya sahip olmak, politik görüş, etnik köken, dini inanç ve göçmen olma, gibi çeşitli nedenlerle damgalanmak daha başlangıçta dejavantajlara sahip olmak anlamına gelir. Sömürüye karşı savunmasız hâle gelmiş bu çocuk ve bireyler kaynaklara erişim açısından gereken beceri ve öznitelikleri edinme fırsatlarını asla yakalayamayacaklardır. Gerçekte, fırsat eşitliği söylemi zaten birikimli avantajlara sahip ayrıcalıklı sınıf için var olan statükoyu korumaları açısından gereken ideolojik meşruiyeti inşa etmektedir. Yazar, yoksul sınıflar için birikimli dejavantaj,  zengin sınıflar için ise birikimli avantajların nasıl eşitsiz sonuçlara yol açtığını R.H. Tavney’in İribaş Felsefesi ve Başlangıç Kapısı kavramları ile detaylandırıyor.

 

Çocuklar bambaşka kaynaklarla hayata başlar ve büyür. Bu farklılıkları yaratan etkenler çevresel, genetik, şans ve bireysel çaba olarak tanımlanabilir. Fırsat eşitliği açısından en masum görünen nitelik olarak kişisel çaba ve çalışkanlık  dahi yaratılan, içine doğulan çevrede şekillenir. Birikimli avantajlarla dolu bir çevrede büyüyen bir çocuk daha fazla güdülenirken birikimli dezavantajlar ve engellerle dolu bir çevrenin kısıtlılıkları ile yetişen bir çocuğun ketlenme olasılığı daha fazladır. Bu noktadan bakıldığında liberal ideloji, yarattığı toplumsal düzeydeki eşitsizliği ve bunun genele yayılmış olumsuz sonuçlarını bireysel başarı hikayelerini kutsayarak, olumlayarak maskelemeye çalışır. Çalışanın kazandığı algısı yaratır. Başarı ve başarısızlığı kişisel özelliklere bağlar. Çoğunlukla, bu dejavantajlı koşulları bu bireyler seçmemiştir, itilmiştir diyebiliriz. Dolayısı ile, bu koşuların dayattığı olumsuz sonuçların maliyetini bu bireylere yüklemek eşitsiz toplumun yaratılmasından sorumlu sistem kurucularının sorumluluğunu maskelemeye hizmet eder. Suçlar ya da olumsuz davranışlar çoğunlukla bireysel değil toplumsaldır. Neoliberal idelojinin politik kurucularından olan Margeret Thacther ‘’Toplum diye bir şey yoktur’’ diyerek olumsuz sonuçların bireysel olduğunu, bireysel kötü tercihlerden kaynaklandığını iddia etmişti. Neoliberal ideolojiye göre kötü davranış ve sonuçlara sahip bireyler bunu gerektiren bireysel ve biyolojik yatkınlığa sahiplerdir. Bu ideolojinin bilime yansıması 1970’lerden itibaren her olumsuz biyolojik karakter ve özellik için bir gen bulma yarışı olmuştu.

Oysa, neoliberal ideolojinin aksine, çoğunlukla suçlar ya da kötü davranışların kökeni bireylerin kendi seçimleri değil, bunlara sürükleyen koşullarla kuşatılmış çevredir. Pek çok etkenin kümülatif etkisi bu insanların bu yönde itilmeleri ile sonuçlanır. Olumsuz davranışlar, yaratılan toplumsal modelin zorunlu sonuçlarıdır. Bu olumsuz özelliklerin bir meslek veya karakter haline gelmesi eğilimi, çocukluktan başlayıp yaşam boyu birikitirilen bir dizi dezavantajların sonucudur. Gerçek fırsat eşitliği, haklara, fırsatlara ve kaynaklara erişimi engellenmiş sınıflar için kolayca erişilebilir çıkış noktaları sunan, çıkmak isteyenlere yardım elini uzatan politik yaklaşımlarla olanaklı olacaktır.

BEŞİNCİ BÖLÜM

EĞİTİM

 

Yazar bu bölümde kişiler arası başarı, beceri ve öznitelikleri kazanmaya yönelik farklılıkların kök nedeninin kişisel sorumluluklar olmadığını savunuyor. Zengin ailelerin çocukları için birikimli avantajlar, yoksul ailelerin çocukları için ise birikimli dejavantaj yaratan toplumsal koşulların eğitim alanındaki bilişsel beceriler üzerine olan izlerini sürüyor. Daha iyi kaynak edinme anlamına gelen, daha iyi bir iş edinmeye giden yolları sağlayan koşulların aynı olmadığı sürece fırsat eşitliğinin anlamlı olamayacağını belirten yazar, yoksullar için birikimli dejavantajlar yaratan toplumsal koşulların anne karnında başladığını belirtiyor. Eğitimdeki sosyoekonomik uçurumun daha 22 aylıkken başladığı saptanmıştır. Bu eşitsizlikleri yaratan toplumsal koşulları yaratanlar için eşitsizliği Tanrı vergisi kabul etmek ya da kişisel sorumluluğa atfetmek oldukça elverişlidir.

Anne karnında başlayan yaşam yolculuğu yoksullar için dejavantajlarla başlar. Yaratılan eşitsiz toplumsal yapı nedeniyle gereğince iyot desteği ve gebelik bakımı alamayan fetüsler iyot ekslikliğine bağlı zeka geriliğine yol açan hipotiroidi/kretenizm ile doğarlar. Buna benzer biçimde folik asit desteğinden yoksun fetüsler beyin ve sinir gelişminde anormaliklerle doğarlar. Yeterince protein ve enerjiden yoksun kalmış yoksul annelerin bebekleri, bilişsel fonksiyonlarda kayba ve daha düşük zeka puanlarına yol açacak koşullarla yüzleşerek doğarlar. Her yıl yüz milyonlarca bebek servetin eşitsiz dağıtımının sonucu ortaya çıkan  önlenebilir hastalıklar ya da yetersizliklerle doğar. Bu dejavantajların çoğu birikimli olumsuzlukların başlangıç koşullarını yaratır.

Öte yandan, varoş mahalleller ya da bölgeler çoğunlukla anne karnındaki bebekler için zeka ve diğer vücut işlevlerininde yetersziliklere yol açan olumsuz bir çevredir. Bu yoksul mahalleler, genellikle zehirli atıkların atıldığı bölgelerdir. Yoksular için kurşun, arsenik, civa gibi metaller ya da oldukça geniş çeşitlilikteki endokrin/hormon bozucu kimyasallara maruz kalma riski oldukça yüksektir. Hava kirliliği bu bölgelerin sorunudur. Bu çevresel toksinler, anne karnındaki bebeklerin  zihinsel ve beden gelişimini olumsuz etkileyerek hayata daha doğumda dejavantajlı bir biçimde başlamalarına yol açar. Şehrin mimari yapısı olan bölgecilik sınıfsal karakter taşır. Şehirlerin mimari topoğrafyası varsıl ve yoksullar için ayrı bölgelerde toplanacak bir biçimde yaratılır. Bölgecilik zenginlik, mülk ve siyasal güce karşılık gelir.

Yoksul anneler için tıbbi bakım gerektiren koşulların önemli engelleri vardır. Ücretsiz izin alamazlar, yeterince kontrole gitmeleri zordur. Tüm bu koşullar bebeklerin daha doğmadan onları etkileyen toplumsal çevrenin koşullarıdır ve bebekler bunları seçmeyerek doğarlar. Ancak bu koşullar onların ileri yaşlarda kaynaklara erişim için gereken zihinsel ve bedensel becerileri edinmeleri için eşitsiz farkların oluşumuna ortam sağlarlar.

Yoksulluğun yarattığı olumsuz çevre, doğumdan sonra da devam eder. Yapılan araştırmalar zengin ve yoksul sınıflar arasında bulunan eşitsizliğin derin etkilerininin ne kadar büyük olduğunu ortaya koymaktadır. Doğum sonrası bebeklerin zihinsel gelişiminin, anne babaların çocukları ile olan etkileşim sıklığı ve onlarla konuşulan kelime sayısı ile ilişkili olduğu saptanmıştır. Yoksul ve orta sınıf çalışanlar günlük yaşamda daha fazla performans, rekabet baskısı altında olduğundan iş güvencesiz çalışma koşullarına daha fazla maruz klamaktadır. Bu koşullar iş yaşamında bu sınıfları düşük ücrete karşın daha fazla zaman sömürüsü dayatır. Bu baskılar ise bu emekçilerin bebeklerine daha az zaman ayırmasına ve daha az etkileşim kurmasına neden olur. Yapılan bir araştırmada çocukların ebeveynlerinden duyduğu günlük kelime sayıları, yüksek gelirli ailelerde 2150, işçi sınıfı ailelerinde 1250 iken sosyal yardımla geçinen ailelerde sadece 650 kelime bulunmuştur. Ebeveynlerin konuşmalarının hem niceliği hem de niteliği 3 yaş altı bebeklerin dil becerileri ile doğrudan ilişkili bulunmuştur. Yüksek gelirli ailelerde çocuklar, saat başı 32 olumlayıcı 5 yasaklayıcı söz duyarken bu sayılar işçi ailelerinde 12 olumlayıcı 7 yasaklayıcı söz olarak bulunmuştur. Sosyal yardımla geçimini sağlayan alilelerde ise durum çok fenadır: Çocuklar her saat başı 5 olumlayıcı, 11 yasaklayıcı söze maruz kalırlar. Kültürel kaynaklara erişimin zihinsel potansiyele etkisi tartışılmazdır.

Sosyal adaletsiz ortamların yarattığı zihinsel dejavantajlar okullara harcanan paralarla düzeltilemez. Sosyal dejavantajlar iyi okullarla telafi edilmek yerine kötü okullarda daha da ağırlaşmaktadır. Biyolojik olarak zihinsel gerilik sınır tanımaz. Irk, sosyal sınıf, etnik köken sınırları aşar, herkesi vurabilir. Bu nedenle zihinsel üstünlükler toplumsal havuzun mirası olduğu gibi zihinsel gerilikler de tüm insanlık ailesinin mirasıdır. Bu nedenle sorunun çözümü bireylere yıkılamaz,  kamusal olmak zorundadır.

Zihinsel işleyiş ile maddi koşullar arasında doğrudan ilişki vardır. Bireysel tercih ve sorumluluk argumanı, ayrıcalıklı bir sınıf lehine yaratılan adaletsiz toplumsal düzenin sorumluluğunu örtmektedir.

Sosyal adalet, çocukların doğduğu, büyüdüğü ortamları değiştirerek onları kaynaklar, fırsatlar ve haklara erişim açısından olabildiğince eşit kılmalıdır. Adil bir toplumsal yapı, ortamdan kaynaklanan dejavantajların giderilmesi için olabildiğince erken yaşlarda başlayan pozitif ayrımcılık yapmayı içermelidir.

Son yıllarda kapitalist ekonomik modelin son versiyonu olan neoliberal yapının ülkemiz dahil küresel düzeyde yarattığı sosyal adaletsizlik sosyal sınıflar arası geçişi, geçimini maaşla sağlayan emekçi sınıfların çocukları için imkansız hâle getirmiştir. Sosyal sınıflar arası hareketlilik donmuş durumdadır. Alt sınıflardan emekçi çocukların üst sınıfa atlama şansı neredeyse kalmamıştır. Böylelikle, yoksulluk aileden oğula genetik bir miras gibi değişmez bir hâl almıştır. Emekçi sınıfından bir çocuğun üst sınıfa atlama şansı 15 kat azalmıştır.

Yazar, iyi bir eğitim için özel okullar ve üniversiteler üzerinden, bu adaletsiz yapının açık ya da örtük biçimlerde nasıl yanılsama yarattığına ve farkları derinleştirdiğine ilişkin geniş örnekler vererek devam ediyor. 18 yaşına kadar alınan eğitim açısından, adaletsiz sosyal düzenin avantaj ve dejavantajlarının birikimli sürecini resmediyor. Zaman içinde zengin ve yoksul bölgelerin ayrıştığı homojen bölgeler yerine sosyal sınıfların birbirine karıştığı heterojen imar planları bu adaletsizliği giderme yönünde atılacak hamlelerin ilkini oluşturabilir. Devlet ya da diğer toplumsal kurumlar, eşitsizliği bir sınıf çıkarına eşitsizliğin birikimini daimi hâle getirebilir. Bu belirlenimcilik de bütünüyle siyasaldır ve bir kuşağın avantajlarının bir sonraki kuşağa aktarıldığı süreci bozmaya yönelik kurumsal siyasal tercihleri yansıtır.

ALTINCI BÖLÜM

SAĞLIK

 

Yazar, bu bölümde eşitsiz ve sosyal adaletten uzak bir toplum yapısının doğrudan bir sağlık sorunu olduğuna yaşamdan oldukça ikna edici örnekler ve bilimsel araştırma sonuçları vererek gözler önüne sermektedir.  Eşitsiz toplumsal düzenler, zengin ve yoksul sınıfların sağlık hizmetlerine erişimlerinden bağımsız doğrudan sağlıksız çevreler yaratır. Yoksul insanlar, toksik atıklarla kuşatılmış çevrenin nitelikli sağlık hizmetlerine erişimde kısıtlılıkların, sağlık üzerine olumsuz etkileri olan çalışma koşullarının, insan fizyolojisi ve metabolizması üzerine olumsuz etkileri olan çevrenin doğrudan sonuçlarına daha fazla maruz kalırlar. Bu etkilerin çoğu kamusal kaynakların dağıtımında yoksullar aleyhine olan siyasal tercihlerin sonucudur. Bu yüzden siyasal olan, politik olan tercihler aynı zamanda sağlık sorunu olmaktadır. Yoksulların yaşam süresini kısaltan, sağlık parametrelerinin daha kötü olmasına yol açan etkenlerin çoğunluğu kişisel tercih ya da sorumluluklardan değil, toplumsal-siyasal yapı ve modellerden kaynaklanan sorunlardır ve çoğu önlenebilir sorunlardır, elbette kaynakların adil dağıtılması durumunda.

Gelir düzeyi yüksek olan en üstteki %5’lik sınıftaki insanların ortalama yaşam süresi 9 yıl daha uzundur. Benzer şekilde, yönetsel işlerde çalışan erkekler, bedensel işlerde çalışan emekçi sınıfından işçilere göre ortalama 9.5 yıl daha uzun yaşamaktadırlar. Sağlıklı olmak, daha iyi gelir edinme için gereken fırsat ve kaynaklara erişimde avantaj sağlamaktadır. Bu haklardan yoksun olmak, önemli bir kısıtılılık yaratır. Sağlık alanındaki eşitsizlikler, gelir farklılıklarının daha fazla olduğu yerlerde daha fazladır. Aynı hastalık yapma gücüne sahip aynı yoğunlukta verem mikrobuna maruz kalan (kaldı ki yoksulların bu mikroba maruz kalma riski yine daha yüksektir) zengin ve yoksul iki farklı sınıftan kişiden yoksul olanın kalıcı hastlalığa yakalanma ve hastalıktan ölme riski daha fazladır. Görüldüğü gibi, bizleri hasta eden  çoğunlukla mikroplar değil, sahip olduğumuz sınıftır.

İçine doğulan sosyal sınıf, karşılaşılan streslere verilen fizyolojik ve metabolik yanıtları da şekillendirmektedir. Sürekli olarak iş güvencesiz koşullarda, düşük ücret/yüksek riskli iş ortamında yaşamak kişisel stres düzeyini artırıp strese verilen fizyolojik kortizol yanıtını artırmaktadır. Streslere bozulmuş yanıt, yoksul kişilerde daha fazla görülmektedir. Bu da öfke kontrolü, ani intihar girişimleri, kadına yönelik şiddet, çocuk suistimali gibi saldırgan davranışlara yol açabilmektedir. Bu gibi olumsuz davranışların neden neredeyse tamamımının yoksul kesimlerde görüldüğünü açıklamaktadır. Yoksulların maruz kaldığı bu yüksek stres bağışıklık sistemini de bozmakta ve hastalıklara daha fazla yol açmaktadır. Aynı zeka düzeyine sahip çocuklar arasından sınav stresi ile baş etme konusunda yoksul olanların daha kötü performans sergiledigi bildirilmektedir. Bozulmuş strese yanıt ve yüksek stres düzeyleri yoksullarda yüksek tansiyon ve yüksek kolesterol düzeyleri ile ilişkilendirilmektedir. Görüldüğü gibi çoğu hastalık sınıfsal karakter taşır. Bu nedenle yoksulluk ve gelir adaletsizliği bir halk sağlığı sorunudur.

 

Irk, yoksulluk, etnik köken adaletsiz ve eşitsiz toplumsal yapılarda damgalanmaya yol açmakta bu ise strese verilen yanıtlarda da fizyolojik olarak olumsuz değişkliklere yol açmaktadır. Çalışma koşulları üzerinde kontrol sahibi olmak, sağlık bileşenlerinin daha iyi, ömrün daha uzun olmasına yol açmaktadır.

Yoksul olmak, yoksul bir çevrede büyümek bazı hastalıklar için doğrudan biyolojik bir etken olabildiği gibi bir  hastalığın olumsuz etkilerininin daha da kötüleşmesine yol açabilmektedir. Anne karnında iken ya da yaşamın ilk yıllarında yoksul bir çevrede yeterince besin ve gıda alamamış bebeklerin fizyoloji ve metabolizması ileri erişkin yaşamlarında daha şişman yetişkinler olarak programlanmaktadır. Bu bebeklerde organizma gıdanın kıt olduğu ortamlarda hayatta kalmak için gıda bulduğunda depolamaya uyarlanan bir fizyoloji ve metabolizmaya uyarlanır. Bu program kalıcı bir hafıza gibi yaşam boyu kıtlık olacak sinyaline yol açarak gıda bulduğunda yemeye, depolamaya uyarlanmaktadır. Erişkin şişmanlığınının çocukluk sürecinde biçimlenen gelişimsel temeli bulunmaktadır. Düşük doğum ağırlıklı olmak, erişkin dönemde hipertansiyon ve pek çok kalp damar hastalığından ve karaciğer yağlanmasından sorumlu olan metabolik sendrom için riskli olmakla eşdeğerdir. Öte yandan, ilk yıllarda büyüme için yeterli ve dengeli beslenme yaşamsal öneme sahiptir. Bu yılarda büyüme, büyüme hormonlarından neredeyse bağımsızdır. İlk 2 yaşta yeterince beslenemeyen, yoksul bir çevrede büyüyen bebekler büyüme potansiyellerini kullanamamakta ve kısa boylu erişkinler olmaktadırlar. Pek çok gıda öğesi pek çok metabolik olayda rol oynayan enzimler için mutlak gerekli öncüllerdir. Bunların eksikliği genetik bir eksiklik olmadığı halde genetik hastalıklarda görülen hastalık özelliklerinin görülmesine yol açmaktadırlar. Yine bu besin ya da çevresel öğeler çok sayıda genin kodladığı son ürünün üretimini etkilemektedirler. Uygun olmayan yetersiz çevrede bu genler genetik bir kusur olmadığı halde sorumlu oldukları protein üretimini yeterince gerçekleştirememektedirler.

Sigara içmek, aşırı alkol tüketmek, uyuşturucu bağımlılığı, aşırı yemek gibi sağlıksız davranışların çoğunlukla sınıfsal bir karakteri vardır.  Yani yoksullaştıkça bu davranışlardan birine sahip olma riskiniz daha artar. Burada mağduru suçlamak çoğunlukla politik ve ideolojik olarak en kolay yoldur. Ancak, yoksulları bu sağlıksız davranışlara iten sınırlı seçenekler dizisinin doğrudan sonucu olan adaletsiz düzenin bağlamı görmezden gelinir. Şu an zengin olan insanlar, aynı sınırlı seçenekler dizisi  ile karşı karşıya kaldıklarında yoksul insanlarla aynı kötü kararları verebilirler ya da benzer kötü davranışları sergileyebilirler. Yazar, kaynaklara erişimde eşitsizlikle karşı karşıya kalan bir kötü bir çevreden kaynaklanan ölümcül bir etkenin yani stresin, onunla baş etmek için nasıl sağlıksız davranışlara yol açtığına örnekler getiriyor. Bu insanların yaptığı sağlıksız tercihler mantıksız tercihler değildir. Bunları kötü durumların üstesinden en az zararla gelebilmek için sınırlanmış akılcılık olarak görmemiz gerekir. Bu nedenle bu insanların sigara içme, aşırı alkol tüketme ya da strese bağlı obezite gibi sağlıksız davranışlarını onlarla konuşarak değiştirmek olası değildir. Bu tercihlerin yapıldığı bağlamı değiştirmemiz gerekir.  Genellikle şeker ve yağ içeriği yüksek rahatlatıcı gıdaları tüketmek insanların yaşam boyu onlardan performans ve rekabet bekleyen liberal iş ve çevre koşullarından kaynaklanan stres, kaygı ve mutsuzluğa yanıt vermesinin çeşitli yollarından biridir. Üstüne üstelik, insanlar kardan önce gelir ilkesini yok sayan liberal endüstri, reklamlarda insanların bu yönünü suistimal ederek yangına körükle gider ve yoksul sınıflara reklamlarla saldırır. Sonuç, sıklığı giderek artan ağır obezite. Bu yüzden ırk, etnik köken ve cinsiyetten bağımsız olarak obezite, toplumun en yoksul kesimlerinde en sık görülür. Yani obezite de pek çok sağlık sorunu gibi sınıfsal karakter taşır.

 

Herkese saygılar

 

Doç.Dr. Murat Karaoglan

Email: muratkaraoglan@hotmail.com

Twitter: @muratkaraogla11