Doç.Dr. Murat Karaoğlan


KİTAPLARIN AYDINLIĞINDA

SOSYAL ADALET NEDEN ÖNEMLİDİR -I-


KİTAPLARIN AYDINLIĞINDA

SOSYAL ADALET NEDEN ÖNEMLİDİR   -I-

Orijinal adı: Why social justice matters

Yazar: Brian Barry

İngilizce basım yılı: 2005

Türkçe basım yılı: 2017

İngilizceden çeviren: Ebru Kılıç

Yayınevi: Koç Üniversitesi Yayınları (KÜY yayınları)

Sayfa sayısı: 372

 

Yazar hakkında kısa bilgi (1936-2009): İngiltere doğumlu yazar politik filozoftur. İngiltere ve Amerika’nın çeşitli üniversitelerinde politik felsefe dersleri veren Profesor Brian Barry’nin çok sayıda eseri ve adına verilmiş çok sayıda ödül bulunmaktadır.

 

 

Bill Gates’e katılmıyorum!

Bill Gates'e gönderme yapılan ünlü bir özdeyiş var: ''Fakir olarak dünyaya gelmek senin suçun değil, fakat fakir olarak ölmek senin kusurundur''.  Fakirlik ve zenginliği bütünüyle kişiselleştiren bir imâ taşıyan bu görüşe katılmak mümkün mü?  Gerçekte, yoksulluk ve zenginlik sıklıkla kişisel değil, bizim yarattığımız sosyal düzenlerin, ekonomik modellerin, ideolojik ya da politik tercihlerin zorunlu sonuçlarıdır. Zenginliğin olması için yoksulluğun olması gerekliliktir. Fakirlik, yaygın inanış ve kabulün aksine, önceden yazılmış ve değiştirelemez kötü bir yazgının, kötü bir tâlihin sonucu da değildir. Fakirlik, tembellik, öze sinmiş kötü ahlâk gibi olumsuz kişisel  niteliklerle ilişkilendirilemeyeceği gibi zenginlik de sıklıkla kişisel beceri ve üstün niteliklere sahip olmakla da ilgili değildir.

TINA'ya (There is no alternative) katılmıyorum!

Neoliberal sosyo-ekonomik düzenin kurucu politik önderlerinden Muhafazakar İngiliz Başbakan Margaret Thatcher'ın ünlü sloganıdır, TINA. Yakın geçmişimizdeki eşitsiz sosyal düzenin temelleri, 1970-1980'lerde bu ideoloji ile atılmıştı. Bundan böyle, hiçbir şey eskisi olmayacaktı. Başka bir dünya, ikinci bir alternatif yoktu. Neoliberal piyasa düzeni tek seçenekti. Serbest piyasanın görünmez eli herşeyi düzeltecek piyasalar, kendi dinamikleri ile yeryüzüne cenneti getirecekti. Öyle diyordu, Thachter. Ancak, ilerleyen yıllar beklenenin aksine, iddia edilenin tersine, alt ve üst sınıflar arasındaki eşitsizlik ve asimetriyi daha da artırdı. Sosyal refah devletleri/toplumları terkedildi. Sermaye büyürken emek küçüldü, haklar aşındırıldı. İlerleyen yıllarda, tek alternatif olarak dayatılan neoliberal düzen, gezegenimizin sonlu kaynaklarını sorumsuzca tüketen ve dehşet bir acımasızlıkla sömüren, sürdürülemez bir modele evrildi. Bunun karşısında ise artık, ''Another world is possible'' (Başka bir dünya mümkün) sloganıyle başka bir dünyanın mümkün olduğu fikri filizlendi.

Yazar Brian Barry böyle mümkün bir başka dünyanın, eşitlikçi ve adil bir düzenin gerekliliğini felsefik temelleri ile ortaya koyuyor. Yazar, sağlıktan eğitime, hukuktan politikaya fırsatlar, haklar ve kaynakların herkes için erişilebilir bir sosyal adalet kuramını tartışıyor. Böyle bir düzenin ilkelerini bizlerle paylaşıyor. Hâlihazırda dayatılan sosyo-ekonomik düzenin ideolojik temellerinin nasıl adaletsiz olduğunu ortaya koyuyor. Sosyal adaletin gerçekleştiği eşitlikçi bir dünya taleplerinin daha sık dile getirildiği günümüzde konuya ilişkin çarpıcı, nefes kesici saptama, öneri ve çözümlerin yer aldığı bu olağanüstü güzel eseri ilgi ve heyecanla okuyacağınızı umuyorum.

Sevgili okurlar,

Aşağıda yirmi bölümden oluşan bu eserin tanıtımı için yazılan inceleme/yorum yazısının ilk üç bölümün geniş özeti sunulmaktadır.

 

Önsöz'de yazar, bu eserin amacının büyük eşitsizlikleri meşrulaştırmak için sistematik olarak kötüye kullanılan söylemleri açığa vurmak ve bunların neden yanlış olduğuna dair kuram geliştirmek olduğunu belirtiyor

Yazar, fırsat eşitliğine düzülen övgülerin tam bir yanılsama yarattığını belirtiyor. Fırsat eşitliği eşitsiz bir model ve toplumda anlamsızdır.  Böyle bir ortamda fırsat eşitliği ‘’eşitsiz olmak için fırsat eşitliği’’ perdesinden okunmalıdır.

Eşitsizliklerin doğurduğu sonuçlar ‘’kişisel sorumluluk’’ maskesi ile gizlenmeye çalışılır. Politik liderler kişisel sorumluluklardan dem vurmayı severler. Bireysel eşitsiz durumlar, onlara göre farklı insanların farklı tercihlerinin sonuçlarıdır. İyi durumda olanlar  kendi kişisel öznitelikleri ve çalışkanlıkları sonucunda bu duruma kavuşmuşlardır. Kötü durumda olanların bu durumda olmaları kendi kişisiel kusurlarını yansıtan tercihlerde bulunmalarına bağlanır.

Toplumsal eşitsizlik son 30-40 yılda oldukça kötü bir duruma evrilmiştir. Neoliberal politikaları uygulayan tüm ülkelerde durum gittikçe daha da kötüleşmektedir.  Eşitsizliklikleri meşru kılan neoliberal ideoloji, kültürden sanata, eğitimden sağlığa, politikadan dine, ekonomiden sosyal ilişkilere her alana sinmiştir. Belki de en kötüsü budur: Bu eşitsziliğin doğal görülmesi, vicdanlarda ve beyinlerde meşruiyet kazanması. Başka bir alternatifin olmadığının olamayacağının, işlerin zaten böyle yürümesi gerektiğinin benimsenmesi. Oysa, böyle bir eşitsizlik sürdürülebilir değil.

Yazar, bu kitabın amacının sosyal adaleti savunmada, daha iyi bir gelecek ve  daha eşitlikçi bir dünya adına verilecek mücadelede kullanılabilecek entelektüel cephanelik sunmak olarak belirtmektedir.

 

BİRİNCİ BÖLÜM

NEDEN BİR KURAMA İHTİYACIMIZ VAR?

 

Yazar, bu bölümde neden yeni bir sosyal adalet kuramına gereksinim olduğuna ve bunun temel ilkelerinin neye dayanması gerektiğine, eşitlikçi bir toplulumun neden rasyonel olduğuna yönelik çözümlemelerde bulunuyor. Yazar, böyle bir alternatif kuramın kabulünün, neoliberal ideolojinin tarafından zehirlenmiş günümüz kuşağının beyinleri için güç olacağını da belirtiyor. Ancak, dünyanın önemli bir kısmının beslenme, barınma, eğitim, sağlık gibi temel gereksinimleri karşılayacak olanaklara erişimden yoksun olarak açlık sınırında yaşamakla ölmek arasındaki sınırda mücadele ederken, çok küçük bir azınlığın bu sorunlardan bağışık bir şekilde geniş bir refah dünyasında hayat sürmesinde bir yanlışlık olduğunu kabullenmede kimsenin zorlanmayacağını sanıyorum. Bazı ideloji ve bunların yüklenici taşeronları bu durumun doğal, meşru hatta ilahi olduğunu iddia edebilir. Eşitsizliğin olanaklı olmadığını öne sürebilir. Başka bir yolun, başka bir alternatifin bulunmadığını iddia edebilir.  Sorunun, toplumsal olmadığından, bireylerin kişisel yetersizliklerinden, tembelliklerinden kaynaklandığından söz edebilir. Eşitsizlik mi yanlış? Yoksa yoksulluk kişisel kötü bir hastalık mı? Bu soruların doğru bir yanıtı için doğru inşa edilmiş bir sosyal adalet kuramına gereksinimimiz var. Yazara göre, böyle bir adalet kuramının temel fikri zaten hep vardı ve olagelmişti. Önceki seçkin filozof ve düşünürler, büyük insanlık ailesinin binlerce yıllık birikiminden  özütleyerek böyle bir fikri dillendirmişlerdi. Sorun, kaynakları sonlu bir gezegende Maltus’un ileri sürdüğü gibi kaynakların yetersizliği değil, yaratılan servet ve gelirin bölüşümündedir. Yazar yeniden inşa edilecek bir adalet kuramının temel ilkelerini ortaya koymaktadır.

Böyle bir sosyal adalet kuramı, azınlık bir sermaye iktidarını sınırlayarak insanların kârdan önce gelmesini güvence altına alan aşınmış önceki yasal düzenlemeler yeniden politik talep olarak canlandırılmalıdır.

Kapitalist/neoliberal sosyo-ekonomik ve siyasal politikaların yarattığı gelir ve servet dağılımı kabul edilemez derece eşitsiz bir durumdadır ve giderek daha da kötüleşmektedir. Neoliberal politikaların terkedilmesi kaçınılmaz bir zorunluluk olmuştur. Servetin ve yaratılan gelirin vergilendirme ve transfer önlemleri ile yeniden düzenlenmesi gerekir. Yeterli gelir yaratacak sosyal refah devletleri yeniden inşa edilmelidir.

Yüksek kalitede eğitim, sağlık ve hatta barınma gereksinimleri temel haklar olarak benimsenmeli ve bu gereksinimlerin gerçekleştrilmesi kamusal olarak sağlanmalıdır. Özellikle, sağlık ve eğitim hakkı herkese eşit olarak temel bir insan hakkı olarak sağlanmalıdır, bireylere sunulan bir yardım olarak değil. Bu gereksinimlerin karşılanması piyasanın kontrolsüz merhametine bırakılmayacak kadar yaşamsal önemdedir.

 

 

 

Yazara göre bir toplumdaki servet dağılımı o toplumun adaletini büyük ölçüde yansıtır. Yazar II. Dünya Savaşı sonrası benimsenen bu ilkelerle görece refah devletlerinin yarattığı sosyoekonomik ve politik model ile servetin dağılımındaki eşitsizliğin giderilmesi yönünde önemli ilerlemeler kaydedilmişti. Gelir düzeyi yüksek sermaye sınıfının ödediği verginin toplam gelire oranı 1950’lerde % 47 iken neoliberalizme geçişin miladı olan 1970’lerde %70’lere çıkmış idi.  1970 tarihi, devletin küçülmesi, sosyal refah devletlerinin terkedilmesi, özel sermayenin kontrolsüz büyümesi, özelleştrimelerle kamusal servetin sermayeye transferi, pek çok temel insan haklarının aşınması, bu hizmetlerin maliyetinin kişisel ödeme kabiliyetine terkedilmesi, sendikalaşma ve sendikal hakların kaybı, sermayenin küresel hareket özgürlüğü kazanması, rekabet ve performansa dayalı ödeme rejimleri ile sosyal ve çalışma/iş haklarından önemli kazanımların kaybedilmesi, sağlık, eğitim, hukuk gibi alanlarda özelleştirme ile piyasalaşmanın devasa boyutlara ulaşması ve bu alanlarda içeriği boşaltılmış nitelikten yoksun rantı önceleyen üretim gibi temel özelliklerle karakterize neoliberal sosyo-ekonomik-politik modele geçişin miladıdır. Neoliberalizmin temel ideolojik argümanı piyasanın kendi kendini düzenleyeceği yönünde otonom bir adalet mekanizması sağlayacağı idi. Ancak, aradan geçen yıllar ile, bu argümanın tam bir aldatmaca olduğunu, sürdürülemez bir eşitsizliğe yol açtığını, derinleşen ve tekrarlayan krizlerle emekçi sınıfların gelirden ve refahtan aldığı payın her geçen gün daha da erimesine yol açtığını acı bir biçimde deneyimledik ve hâlâ yaşayarak gözlemliyoruz. Neoliberal politikaların öncülüğünü  Kıta Avrupa’sında ''There is no alternative’’ (TINA) sloganı ile Margeret Thacther, Amerika’da da Ronald Reagen üstlenmişti. Sermaye ve emek arasındaki gelir paylaşımındaki eşitsizlik o kadar hızlı kötüleşmişti ki, Thacther’ın ilk on yılında sermayenin ödediği vergi önce %50’lere düşmüş 1990’lara gelindiğinde ise %38’lere kadar inmişti. Bu süreç içerisinde, eşitsiz servet dağılımı en üst gelir grubu ile en alt gelir grupları arasında giderek arttı. Bu eşitsizliğin göstergesi olan GINI katsayısının en yüksek olduğu ülkeler arasında ne yazık ki, Türkiye’nin de bulunduğunu belirtmeme ve bunun günümüze doğru giderek daha da kötüleştiğini belirtmeme izin verin.

Yazar, bölümü  bu acımasız gelir eşitsizliğinin üstesinden gelmek için yeniden inşa edilmiş bir ''Adalet Kuramı'’na gereksinimizin yaşamsal öneme sahip olduğunu belirterek bitiriyor.

 

 

 

İKİNCİ BÖLÜM

SOSYAL ADALET MEKANİZMASI

 

 

Herşey herşey ile ilişkilidir. üst ve alt sınıflar arası eşitsizliğin derin bir sonucu olan yoksulluk, bütün kötülüklerin anasıdır. Yazar, bu bölümde adaletsizlik üreten ortam ve çevre koşullarını, herbiri birbiri ile organik olarak bağımlı olan bütüncül bir makineye benzetiyor.  Bu Adaletsizlik Makinesinin işleyen kısımları, toplumda farklı adaletsizlik kalıpları ya da boyutları olarak kendini birbiri ile ilişkisizmiş gibi gösterir. Herbirinin farklı gerekçeleri vardır. Bu bağımlı ilişkiden dolayı her bir neden ötekilerden yalıtılmış bir biçimde ele alınarak üstesinden gelinemez. Sorun, eninde sonunda eğitimden ekonomiye, hukuktan kültüre, sanattan ahlak ve dini değerlere, siyasetten maliyeye  tüm bunlarla ilişkili olarak yarattığımız bütüncül bir sosyo-ekonomik-politik sosyal yapıya geliyor.

Örneğin, sigara içme, içki bağımlılığı veya uyuşturucu kullanmak gibi pek çok olumsuz davranış kalıpları bireysel kusurlu bir tercihten çok, bu koşulları doğuran toplumsal modelle ilişkilidir. Bu olumsuzluklar, çoğunlukla besin değerine sahip gıdaları temin edemenin ya da zehirli olmayan bir ortamda yaşayamamanın dayattığı zorunlu koşulların sonuçlarına ilişkin türev göstergelerdir. Çünkü, tüm bu davranışlar, strese verilen yanıtla ilişkilidir ve toplumun sosyal hiyerarşisinde yoksul sınıfara indikçe stres düzeyi artar. Tüm bu olumsuz davranış ve suçların ve bunların zorunlu sonucu olarak ‘’hapishanelerdeki hükümlülerin %99’una yakınının yoksullardan oluşması bir tesadüf olabilir mi?’’ diye sormaktadır yazar. Kader denilen şey, önceden yazılmış belirsiz bir olgu değil, yarattığımız toplumsal modellerin öngörülebilir zorunlu sonuçlarıdır.

 

 

Yaratılan eşitsiz sosyoekonomik model, ailelerin ya da toplumsal sınıfların sahip oldukları birikimli avantaj ya da dezavantajların tıpkı genetik bir hastalıkmış gibi, kader gibi kuşaklar arası nasıl miras bırakıldığını görmek için derin araştırmalara gerek yok. Ebeveynlerin sosyal sınıflarının çocuklarının okuldaki başarılarını dolayısı ile hayattaki nihai başarılarını belirlediği katı bir yapı bulunmaktadır. Sosyologların ''sosyal kapanma’’ dediği bir sınıftan diğer sınıfa kaymaların giderek olasılık dışı haline geldiği bu durum, kişinin sosyal statüsü açısından ''7 yaş üstünden 42 yaş üstüne süpriz yok’’ biçiminde betimlenmektedir.

En yoksul insanları, bulundukları konuma düşüren  koşullar, uluslararası finansal kurumların zengin sınıflar lehine ülkelerine dayattığı politikalarca inşa edilmektedir. Yoksulluk, bu ülke hükümetlerince icra edilen bu yöndeki güdümlü politik tercihlerin zorunlu sonuçları olarak karşımıza çıkar. Ekonomik kriz durumlarında bu zengin sınıfı kurtarmak için milyarlarca dolar ödendiği halde, işlerinden atılan, maaşları düşen ve var olan refah seviyesini korumak için daha fazla ve sömürüye açık bir ortamda çalışmak zorunda bırakılan yoksullar için harcanacak para israf olarak görülmektedir. Yazar bu durumu adaletin tersine çevrilmesidir diyerek şiddetle eleştirir. Zengin sınıfı kurtarmak için atılan politik tercihlerin hiçbir hak ideolojisi meşru değldir, emeği ile geçinenlerin ise son derece büyük ve haklı bir gerekçesi vardır

Sosyal adalet ‘’toplumun temel yapısı’’dır. Bunun temel ilkeleri hakların, fırsatların ve kaynakların paylaşımının nasıl olduğu ile şekillenir. Bu ilkelerin uygulamalarında fark yaratan mekanizmalar ülkelerin adalet mekanizmasının hangi sınıf lehine çalıştığını belirler. Bu ilkelerden tüm yurttaşlar eşit bir biçimde yararlanabiliyor mu? Farklı hukuksal haklara sahip farklı yurttaşlık dereceleri var mıdır? Yoksa bazı bireylerin ve şirketler gibi tüzel kişilerin imtiyazları var mıdır? Eşitlik ve özgürlükten tüm bireyler eşit pay alıyorlar mı yoksa bazıları daha mı eşit? İş ve çalışma koşulları emekçileri koruyan esaslar içeriyor mu? Kartel ve tekellelere karşı etkin önlem alan ve  uygulanan yasalar var mı? Sendikal haklar var mı? Vergilendirmenin temel dayanağı nedir? Özellikle vergilendirme sistemi bir kesimin kayırılmasına yol açan, servet transferine yol açan yönlendirilmiş bir sistem midir? Sağlık, eğitim ve barınma hizmetleri nasıl karşılanıyor? Kişilerin bireysel ödeme kabiliyetine mi yüklenmiş yoksa kamusal mı? Tüm bu sorulara verilecek yanıtlar toplumun bu ilkeleri uygulamada fark yaratan adalet mekanizmasındaki farkları açıklayacaktır. Daha mı adil yoksa daha mı adaletsiz? Yazar, eseri kaleme almasının temel amacını insanların hayatta farklı şans ve avantajlara sahip olmasında rol oynayan, hiyerarşik sosyal statülerini nesilden nesile değişmez bir biçimde aktarmalarına yol açan kurumsal yapılar ve adaletsizlik mekanizmalarını görünür kılmak  olduğunu belirtiyor. Adaleti asıl belirleyen kurumların kendisi değil, bir toplumda var olan hakların, fırsatların ve kaynakların dağılımının nasıl işlediğidir. Bu hak ve fırsatlara erişim eşitliği, mülkiyeti yeniden dağıtan bir sosyal düzen olmadan asla gerçekleşemez. Fırsat eşitliğinin var olması, onlara erişim açısından ekonomik gücü olmayanlar için hiçbir anlam taşımaz. Sağlıkta, eğitimde ve barınmada bu olanaklara erişemeyenler için sözkonusu durumun talihsizlik değil, adaletsizlik olduğunu kavramamız gerekir. Adaletin tersine çevrilmesi Charles Dickens’ın Zor Zamanlar adlı eserinde değindiği gibi dizginlenmemiş kapitalizmin sonuçları, emekçilerin isyankar olması ile değil de, zengin sınıfın iyi ve şefkatli olması ve merhamet göstermesini dileyen liberal ahlakla değiştirelemez.  Zorlayıcı yasaların varlığını ve gücü gerektirir.

 

 

 

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

SOSYAL ADALETİN ÇAPI

 

Her toplumda adalet ve mülkiyet de dahil olmak üzere egemen olan baskın inanç sistemi, büyük ölçüde en fazla ekonomik ve politik güce sahip olanlarca (yani çoğunlukla aynı zamanda toplumun egemen kurumlarına hakim olan etnik, sınıf ve dini gruba ait yaşlı erkeklerce) yaratılmıştır. Neredeyse, tüm dinlerde yoksul bireylerin payına düşen mevcut adaletsiz yapı, Tanrı’nın hikmet denilen büyük (hatta gizemli) bir planının bir parçası olarak meşru görülür.

Sosyal adaletsizliğin çapı sedece devlete eşdeğer kurumlarca değil, küresel düzeydeki organizasyonların da içinde bulunduğu bir düzeyde yaratılmışıtr. Dünya Ticaret Örgütü, IMF ve Dünya Bankası gibi kurumlar, sosyal adaletsizliği egemen kapitalist sınıf lehine devletler ve hükümetlere çeşitli programlar üzerinden dayatır. Örneğin, Dünya Ticaret Örgütü, tüm insanlığın küresel ortak mülkiyeti olan bilim, sanat ve teknolojideki birikimine fikri mülkiyet haklarına uyma zorunluluğu üzerinden egemen kapitalist sınıf lehine el konulmasını sağlamaktadır. IMF ya da Dünya Bankası’nca gelişmemiş ülkelere sağlanan katkılar aslında yardım değil, her defasında ekonomik çöküşle sonuçlanan zengin sınıfa servetin transfer mekanizmalarıdır. Toplumun büyük kesimi bu yardımlardan asla yararlanamaz. Bu yardımlar, servetin zengin kapitalist sınıfa transferini garantileyen reformlarla, alınan borçların ödenmesi ve bunu sağlayan devlet mekanizmalarına verilen siyasal rüşvetler için tüketilir. IMF’nin ve Dünya Bankası’nın tek görevi kapitalist sınıfa ait servetin uluslararası transferini sağlamak ve borcun geri ödenememesini ilan etmeyi engelleyerek transfer akışının devamını garanti altına almaktır. Sosyal adaleti inşa etmek küresel düzeyde mülkiyeti asimetrik dağıtan bu mekanizmaların engellenmesini de gerektirir.

 

 

 

Herkese saygılar

Doç.Dr. Murat Karaoglan

Email: muratkaraoglan@hotmail.com

Twitter: muratkaraogla11@