İnsan, el kadar bir bedenle doğar. Bir karış boyundaki
bedenine pantolonlar, zıbınlar giydirmeye korkar anneler. Parmak boyunda ayakların büyümesi, kemikleşmesi, yürümesi çok zaman alır diye düşünülür. Öyle ya; yeni doğan taylar, ceylanlar, aslanlar kalkıp yürüyüverirken insanoğlu battaniyeler içinde aylarca bekler. Aradan zaman geçer. Herkes, minik bebeğin ilk adımını kollar. Annesi, babası, büyük annesi, dedesi, teyzesi, halası…
Sanki kendisi için küçük, insanlık için büyük bir adım atacak! Nitekim düşe kalka, tutuna tutuna, korka korka yürümeye başlar küçük insan. Adımlarını sıklaştırdıkça, yürümenin hazzını ilk kez keşfeder.
Sonra bu hazzı unuturuz. Her gün yaptığımız, kolayca yaptığımız, sıradan bir eyleme dönüşür yürümek. Genç oluruz, yürümek yetmez, koştururuz. Meşgul yetişkinler olmuşsak eğer, koşturmaya devam ederiz; işten işe, başarıdan başarıya.
Yaş alırız. Artık koşturmak fazla gelir. Ağır adımlarla devam ederiz yürümeye. Fakat adımlarımız kendinden emin, tecrübeli adımlardır artık. Sonra bir gün, eğer onu kaybedersek, bir ömür boyu bize lütfedilmiş olan bu nimetin kıymetini düşünmeye başlarız.
Benim için öyle oldu. Ne zaman ki dizlerimin bağının çözüldüğünü, bastığım zeminin altımdan kaydığını hissettim… Ne zaman ki yürüyememeye başladım. En önemlisi de, ne zaman ki dizimi büküp alnımı secdeye koyamadım! O zaman anladım.
Şimdi, 60 yaşından sonra yürümeyi yeniden öğreniyorum. Yeniden keşfediyorum adım atmayı. Biz torunların ilk adımlarını nasıl heyecanla beklemişsek, çoluk çocuk da benim adımlarımı alkışlıyorlar heyecanla.
“Hadi baba… Çok iyi gidiyorsun, bak ne güzel yürüyorsun!”
Hastanenin buz gibi soğuk ameliyathanesinin uyandırma odasında kendime gelip gözlerimi açtığımda vücudumun her yerinin ağrıdığını hissettim. Odama çıktığımda başucumda eşim, kızlarım, damatlarım; yedi yaşındaki torunumun başucuma asılı yazısı ile göz göze geldim:
“Büyükbaba seni çok seviyorum.”
Derken saatler geçmeye başladı. Ağrılar, acılar, sancılar o kadar şiddetli idi ki; adeta ben bende değildim. İşte bu esnada baktım vücudumda bir şeyler eksik gibi. Eşime sordum dedim ki:
“Bak bakalım sol ayağım ve parmaklarım yerinde mi; duruyor mu?”
O da muzip bir şekilde ayak parmaklarımı tutarak: ‘’Buldum buldum’’ dedi. Hani Hoca Nasrettin’in yitiğini bulması misali çocuklar gibi sevindim…
Aradan sekiz saat geçince, iki tane erkek hemşire geldi. Ve dakikalarca uğraşarak küçük tuvalet yaptırmaya çabaladı.
“Benim böyle bir derdim yok. Siz ne istiyorsunuz benim tuvaletimden...”
Cevap:
“Bu çok önemli… Hayati fonksiyonların çalışması buna bağlı.”
O zaman anladım ki, 60 yıldır yaptığım tuvaletler beni hayata bağlayan hiç bilmediğim faktörlermiş…
Ameliyat sonrası doktorlar “hadi bakalım yürüyüşe” dediler. Dört ayaklı yürüteç ile ilk egzersizlere başladık. İşte o zaman fark ettim; yürüyebilmenin ne büyük bir mucize olduğunu…
Bir aydır yeniden kendi ayaklarımla yürüyebilmenin mücadelesi içindeyim. Rabbim beni affetsin ben yürüyebilmeyi tabii bir hakkımmış gibi biliyormuşum.
60 yaşından sonra adım adım hayata yeni bir başlangıç yapmak muhteşem bir sevinç ve mutluluk kaynağı. Hele hele altı ayaktan önce dört ayağa, sonra bastonla üçayağa ve en sonunda kendi ayaklarımla yeniden yürüyebilmenin hazzını yaşamak anlatılır gibi değil…
Bana göre dünyanın yedi harikası şöyle;
1) Yürüyebilmek
2) Görebilmek
3) Konuşabilmek
4) Duyabilmek
5) Tadabilmek
6) Hissedebilmek
7) İnanabilmek
Bütün bunlar bana şairin şu mısralarını hatırlatıyor;
“Yeniden düşmek cemre gibi toprağa
Yeniden haram etmek gece gündüz uykuyu
Yunus Emre gibi atsız pusatsız
Yeniden koşmak Allah yolunda…”
Topal karınca yola çıkmış gidiyormuş…
Sormuşlar:
“Yolculuk nereye?”
Cevap vermiş: KABEYE..
Demişler:
“Bu topal ayaklarla mı?”
Cevap vermiş:
“Yolum o yol. Niyetim bu.”
Biz de topal karınca misali Allah yolunun yolcusu olma niyetindeyiz.
60 yaşında yeniden yürüyebilmenin hazzını yaşatan Rabbimden niyazım:
Alnımın yeniden secde ile buluşmasını lütfetmesidir