STAR Gazetesi köşe yazarı Sibel Eraslan'ın ‘Sağlık çalışanlarının hakkını ödeyemeyiz...’ başlıklı yazıda şunları ifade etti:
Pandemi sürecinde ölümü göze alarak, evlerine, ailelerine erişemeden, uyku bile uyuyamadan geçirdikleri o ölüm kalım hattı, çoktan silindi gözlerimizin önünden... Diğer ülkelerde, sokaklarda kalan hastaların, iflas eden hastanelerin görüntüleri haberleşirken, Allaha şükür tüm dünyanın kırıldığı salgının o en şiddetli günlerinde bile, doktorlarımız, hemşirelerimiz, sağlık görevlilerimiz, ambulanslarımız, hastanelerimiz 7/24 görev başındaydı. Birer arı çalışkanlığıyla, mesleki adanmışlıklarıyla çalıştılar. Görev başında vefat edenler oldu, çok değerli tıp hocalarımızı, çok vefakâr hemşirelerimizi, idealist sağlık görevlilerimizi Hakkın rahmetine uğurladık...
Ülkemizde tıp fakülteleri, çok yüksek puanla öğrenci alıyorlar ve kontenjanları kısıtlı okullar... Çok zorlu bir eğitimleri var. Evimizde; mühendislik, işletme, sinema, konservaturvar ve tıp okuyan çocuklarımız oldu. Hiç birisi tıpta okuyan öğrencilerin performansıyla kıyaslanamaz. Tıp öğrencilerinin hayatı, fevkalade ağır bir ders programı altında, adeta seyri süluk edercesine geçiyor. Üniversitede herkes neşeyle gülüp oynarken, onlar daha ilk yıl, ölümle karşılaşıyorlar. 17-18 yaşında ölümle ve ölülerle, cansız insan bedenleriyle karşılaştığını düşünün çocuğunuzun... Biz bu yaşta, yan odada bir ölü yatıyor deseler, o eve girmekten imtina ederiz. Onlar ölümle hayatlarının baharında tanışıyorlar...
Dikkatle bakın, en neşeli tıbbiyelinin bile yüzünde bir olgunluk, durgunluk, keder vardır. Çünkü onlar hayatın bir mum alevi kadar kısa ve çok değerli, geri gelmez, ele alınmaz bir cevher olduğunu bilerek eğitiliyorlar... Bir asker için, vatan neyse, bir hekim için de insan hayatı odur...
Sonrasında hep okuma, hep sınav, hep nöbetlerle geçen yıllar geliyor. Bazen 2-2.5 gün uyumadıkları oluyor. Haftada üç gün nöbet tutuyor asistanlar. Beyin cerrahisinde bir ameliyata girdiklerinde 23-25 saat içeride kaldıkları oluyor. Ameliyat sırasında tuvaletleri gelmesin diye yemek yemiyorlar, su içmiyorlar. Adeta inisiye oldukları çok ağır bir asistanlık eğitiminden geçiyorlar. Yoğun bakım ünitelerinde saat tiktaklarıyla yarışıyorlar. Ailelerin bakamayacağı incelikte, hassasiyette bir kontrol var orada, ölüm kalım arasındaki o gergin ipi, hemşireler ve hekimler tutuyor...
Genç yaşlarından itibaren ölümle içli dışlılar, o yüzden ölüm haberini duyunca bizim gibi saçlarını başlarını yolup yıkılma lüksleri yok. Hasta yakınları en çok buna kızıyorlar. Ben de annemi kaybettim. Bana da genç bir doktor "başınız sağ olsun' dedi, ben yıkılırken o ayaktaydı diye onu suçlayamam. Ölüm karşısında metanetle ayakta durabildikleri için hekimler...
Türk hekimleri dünya çapında başarılı hekimler olarak addediliyorlar. Her ne kadar kıymetini bilmesek de... Ülkemizde kamu sağlığı öncelikli bir tıp politikamız var. Hem mezuniyetlerinde, hem uzmanlık sonrasındaki mecburi hizmetlerinde, tüm Anadolu'ya yayılıyorlar ve her bir ilimizde, ilçemizde, sağlık ocağımızda hizmet veriyorlar... Allah onlardan razı olsun, hakları ödenmez.
Bir de şiddet konusu var! Hekim ve hemşirelerimiz ağır şiddet baskısı altındalar. Hastane ve sağlık ocaklarına girişte niçin bir kontrol yok, tabanca, bıçak, nasıl içeri giriyor bunu anlayamıyoruz mesela. Alışveriş merkezlerine girerken bile x-ray cihazlarından geçiyoruz da, hastanelerdeki hayatlar bu kadar mı ucuz?
Hekimlerimizi, adeta şeytanlaştırarak, nereye varabiliriz? Siyaset de medya da kullandıkları dile dikkat etmek zorunda, çünkü her ikisinin de etkileşim olanakları çok yüksek ve çok hızlı... Biz bir mesleği bu kadar kötüleyip, değersizleştirip, düşmanlaştırırsak, milli birlik-beraberlik utkusu da tehlikeye girer. Toplumu ve meslekleri ayrıştırmak, çatıştırmak, kaotik dille çerçevelemek, sosyal depremlere mal olur ve bu hiç işimize yaramaz. Türkiyemizin kaybedecek bir dakikası bile yok, Türkiyemizin kaybedecek bir tek insanı bile yok... Toplumsal kucaklaşmanın, nezaketin, nezahatin yollarını, acilen bulmak gerek...(star.com.tr)