Tarih: 26.02.2024 15:39

KÜRESELLEŞMENİN SONU MU GELDİ?

Facebook Twitter Linked-in

 

Günümüzde Dünya ekonomisini şekillendiren Neoliberalizmi (Küreselleşmeyi) anlayabilmek için 1750’lere iktisat biliminin doğuşuna gitmek gerekmektedir.

İktisat biliminin ortaya çıkışını başlatan olay Birleşik Krallıkta (İngiltere’de) başlayan, Sanayi Devrimidir (Birinci Endüstri Devrimi).

Dünyada Sanayi Devrimi 1763 yılında İskoçyalı James Watt’ın buharla çalışan makineyi keşfetmesi ile başlamıştır. 

Buhar makinesi sayesinde fabrikalarda üretimde müthiş bir hız yakalanmış ve büyük miktarlarda üretim yapılmasının yolu açılmıştır (Üretimin Fabrikalaşması-Kütlesel Üretim). 

Buhar makinesinin keşfinden sonra madencilik alanındaki gelişmeler de sanayileşmeyi hızlandıran başlıca faktörler olmuştur. 

Madenciliğin gelişimiyle birlikte, bir yandan buhar makinelerinde odun yerine daha yüksek enerji veren kömürün kullanılması diğer taraftan demir cevherinden elde edilen demirin makine ve inşaat alanında kullanılmaya başlanması, sanayileşmeyi hızlandıran temel faktörlerdir.  

Bu arada; buhar makinesinin gemi ve lokomotiflerde kullanılması sayesinde ulaşımda ve taşımacılıkta elde edilen hız ve uzak mesafelere gidebilme yeteneği, telgraf ve telefonun icat edilmesi, ilk kimyasal gübrenin bulunuşu, ilk biçerdöverin icat edilmesi, tarım ve sanayi üretimini artıran başlıca gelişmelerdir.

18. Yüzyılda önce İngiltere'de başlayan Sanayi Devrimi, kömürün asıl enerji kaynağı ve demirin hammaddeyi oluşturduğu bir makineleşme çağıdır

Kömür, buhar ve makinenin birleşiminin ortaya çıkardığı Sanayi Devrimi dünyada önemli ekonomik, siyasal ve toplumsal dönüşümlere yol açmıştır.

Ekonomideki bu büyük dönüşüm iktisat biliminin doğmasını sağlamıştır. Adam Smith’le başlayan Klasik Liberal İktisatçılar Sanayi Devriminin ekonomik koşullarını inceleyip onları bilimsel kurallara bağlamaya çalışmışlardır.

İLK BİLİMSEL İKTİSADİ ÖĞRETİ:  KLASİK LİBERAL OKUL  (BIRAKINIZ YAPSINLAR-BIRAKINIZ GEÇSİNLER)

Adam Smith’in 1776 da yayınlanan ‘Milletlerin Zenginliği’ adlı eseriyle başladığı kabul edilen Klasik Liberal Düşüncenin temel mantığı “sistem kendiliğinden dengeye gelmektedir, sisteme müdahale etmeye gerek yoktur”. 

Onlara göre ekonomi, fiyatların esnek olduğu, serbest (liberal) piyasa denilen “görünmez bir el” yardımıyla kendi kendine dengeye gelebilmektedir. Bu anlamda devletin ekonomiye müdahalesi güzel ve etkin işleyen bir sistemi bozmaktan öteye gitmeyecektir. 

Bu nedenle temel felsefe “laissez faire, laissez passer” “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” üzerine kurulmuştur.

Herkes kendi çıkarı doğrultusunda kendi faydasını azamileştirirken, bu davranışların bütünü, aynı zamanda,  toplumun faydasının azamileştirilmesini sağlayacaktır.

Serbest piyasa ekonomisinde fiyatlar, ücretler ve faiz aşağı-yukarı hareket edebilen esnek bir yapıya sahiptir. Klasiklere göre sistemin kendiliğinden dengeye gelmesini sağlayan fiyat, ücret ve faizin bu esnek yapısıdır. 

Klasik İktisadi Liberal Düşünce, ABD’de 1929 yılında başlayan ve arkasından Batı Dünyasına sıçrayan Büyük Buhrana kadar geçerliliğini korumuştur. 

Ancak bu Buhran esnasında ekonomilerde yaşanan talep yetersizliği nedeniyle üretimdeki düşme ve yüksek işsizliğin neden olduğu kriz kendiliğinden ortadan kalkmayınca Klasik Liberal Düşüncenin geçerliliğine olan inanç zayıflamış ve yerini ekonomide krizi ortadan kaldırmak için devletin piyasaya müdahalesinin gerekliliğini savunan Keynesyen İktisadi Düşünceye bırakmıştır. 

KEYNESYEN İKTİSAT 

1929 yılında ABD ekonomisinde dünyanın en büyük krizi ortaya çıkmış ve arkasından Batı Dünyasına yayılmıştır.

Büyük Buhran (Great Depression) olarak adlandırılan bu kriz talep yetersizliğinin neden olduğu bir krizdir. Yetersiz talep üretimde çok ciddi daralma, işsizlikte çok önemli artışa sebep olarak ekonominin krize girmesine yol açmıştır. 

Bu büyük durgunluk ve işsizliğin, Liberal İktisatçıların iddia ettikleri gibi serbest piyasa sistemi tarafından kendiliğinden giderilememesi Liberal Görüşün geçerliliğinin sorgulanmasına ve yeni çözüm yollarının aranmasına sebep olmuştur. 

İngiliz iktisatçısı John Maynard Keynes 1929 Buhranını yakından incelemiş ve 1936 yılında bu krizdeki gözlemlerine dayanarak geliştirdiği iktisat kuramını “İstihdam, Faiz ve Paranın Genel Teorisi” (The Theory of Employment, Interest and Money) adlı eseriyle bilim dünyasına sunmuştur. 

Keynes’in teorisine göre, Liberal İktisatçıların görüşleri doğru değildir. Ekonomiler her zaman kendiliğinden tam istihdam seviyesinde dengeye gelemezler. 

Devlet müdahale etmezse ekonomiler krizden çıkamaz, emek dâhil bir kısım üretim faktörü boşta kalmaya devam eder (eksik istihdam durumu).

Keynes, talep ve dolayısıyla üretimin yetersiz olduğu bu eksik istihdam koşullarından çıkabilmek için devletin ekonomiye müdahalesinin şart olduğunu ileri sürmüştür.

Keynesyen reçeteye göre; ekonominin durgunluktan çıkabilmesi, boşta kalan kaynakların üretime sokularak üretimin artırılabilmesi için devlet harcamalarının artırılması, vergilerin azaltılması  gerekmektedir. Ya da enflasyon ortamı varsa bu tedbirlerin tersi uygulanmalıdır.

1970’Lİ YILLAR, KEYNESYEN TEORİNİN GÜCÜNÜ KAYBETMESİ

Keynesyen Teorinin tam istihdamı sağlamak için ekonomiye devlet müdahalesini savunan politika önermeleri (sosyalist ekonomi ile karıştırılmamalı) dünyada 1974 yılına kadar başarıyla uygulanmış, ekonomilerin yüksek büyüme hızlarına ulaşmalarına önemli katkılar sağlamıştır. 

Ancak 1974 yılında dünyada İkinci Büyük Durgunluk olarak yeni bir kriz ortaya çıkmış ve bu durgunluğun giderilmesinde Keynesyen reçete başarısız olmuştur.

1974 yılında dünyada baş gösteren bu kriz “durgunluk içerisinde enflasyon” olarak tanımlanan, adına stagflasyon denilen, dünyanın daha önce hiç yaşamadığı bir ekonomik problemdir.

Stagflasyona Orta Doğudaki petrol ihraç eden Arap ülkelerinin petrol fiyatlarını artırmaları neden olmuştur. 

Stagflasyona neden olan olay bu günkü Filistin toprakları üzerindeki Filistin-İsrail çekişmesine dayanmaktadır.  Her iki ırk ta bu toprakların binlerce yıldan beri kendi anavatanları olduğunu ileri sürerek diğerini bu topraklardan sürmek istemektedir. 

6  Ekim 1973 tarihinde Suriye ve Mısır, koordineli bir şekilde hareket ederek İsrail’e karşı yeni bir savaş başlatmışlardır. Bu savaşın adı Yom Kippur savaşıdır. ABD  bu savaşta İsrail’i desteklemiştir.

Araplar (Mısır ve Suriye’nin de dâhil olduğu Petrol İhraç Eden Arap Ülkeleri Birliği), bu savaşta ABD ve diğer bazı ülkelerin İsrail’i desteklemesine kızarak 15 Ekim 1973 tarihinde İsrail’i destekleyen ülkelere karşı petrol ambargosu başlatmışlardır. 

Ayrıca dünyaya ihraç ettikleri petrolün varil fiyatını 4 kat artırarak 12 dolara yükseltmişlerdir

OPEC'in 1974 yılında petrol fiyatlarını 4 kat artırması dünyada büyük bir şok ve ekonomilerde büyük bir durgunluk yaşanmasına neden olmuştur. 

Petrol fiyatlarında 4 kata varan bu artış dünya üzerindeki ülkelerde bir taraftan enflasyona diğer taraftan da durgunluğa yol açmıştır. 

O güne kadar ekonomilerdeki sorunların çözümünde çok başarılı olan Keynesyen Öğreti bu stagflasyon problemini çözmede çaresiz kalmıştır. 

Çünkü bilinen Keynesyen reçeteye göre; bir ekonomide enflasyonu düşürmek için devlet harcamalarının kısılması, vergilerin artırılması gerekmektedir. Böylece Toplam Talep düşeceği için enflasyon da düşecektir. Ancak stagflasyonda bu reçete ile enflasyon inerken ekonomideki diğer bir problem olan durgunluk artacaktır.

Ya da önceliği durgunluğu ortadan kaldırmaya, ekonomiyi canlandırmaya verirseniz; bu sefer de enflasyon yükselecektir. 

İşte bilinen Keynesyen reçete ile ekonomide aynı anda mevcut olan enflasyon ve durgunluk problemini (stagflasyon) çözmek mümkün değildir. 

Bu nedenle ekonomik olarak yeni çözüm arayışlarına gidilmiştir.

DURGUNLUKTAN ÇIKIŞ İÇİN ÇÖZÜM ARAYIŞLARI: KÜRESELLEŞME (NEOLİBERALİZM)  

Keynesyen teorinin stagflasyona çözüm getirememesi ekonomide yeniden Liberal Düşünceye dönülmesine neden olmuş, bir paradigma değişimi yaşanmıştır.

Yeniden dönülen liberlizme de “Neoliberalizm-Yeni Ekonomik Liberalizm” denilmiştir.

Petrol şoku sonrası gelişmiş ülkeler, artan petrol maliyetlerini ürettikleri sanayi mallarının fiyatlarına yansıtmışlar, bu malları da ihraç ederek petrol artışından gördükleri zararı telafi etmişlerdir. 

Bu dönemde esas sıkıntıyı yaşayan; petrolü olmayan gelişmekte olan ve az gelişmiş ülkeler olmuştur. Yüksek petrol giderleri nedeniyle gelir seviyeleri çok düşen bu ülkeler iyice fakirleşmişler, mal ithal edemez duruma gelmişlerdir (1970’lerde Türk ekonomisinin  Demirel’in deyimiyle 70 cente muhtaç olduğu, benzin, yağ, gıda kuyruklarının yaşandığı yıllar). 

Bu durum ise gelişmiş ülkelerin azgelişmiş ülkelere ihracatlarının düşmesine, ellerindeki mal stoklarının artmasına ve neticede küresel düzeyde refah seviyesinin azalmasına yol açmıştır.

Bu dönemde dış ticaretteki daralmanın en önemli sebebi olarak; gelişmekte olan ülkelerin sermaye birikimlerinin yetersiz olması sebebiyle arzu ettikleri kadar hızlı gelişememelerinin, bu yüzden fakirlikten bir türlü kurtulamamalarının neden olduğu ileri sürülmüştür.

Kısacası yaşanan stagflasyonun; gelişmiş ve azgelişmiş ülkeler arasındaki gelir dağılımını daha da bozduğu için, gelişmiş ülkelerin ihracatlarındaki düşmeye bağlı dünya ticaretinde ve üretiminde bir yavaşlamaya yol açtığı, bunun da küresel refah seviyesinin düşmesine neden olduğu değerlendirmesi yapılmıştır.    

Bu durumu çözebilmek için ekonomi politikalarında yeni arayışlara girişilmiş, dünya ekonomisindeki ticaretin yeniden ivme kazanabilmesi için 1980'lerle birlikte “neoliberal anlayış” (dışa açık ekonomik sistem -KÜRESELLEŞME), tüm ekonomilere benimsetilmeye çalışılmıştır.

Madem ki stagflasyon zaten var olan gelişmiş ve azgelişmiş ülkeler arasındaki gelir eşitsizliğini daha çok artırarak dünya refahını olumsuz bir biçimde etkilemiştir; o zaman dünya ticaretini ve refahını artırabilmek için gelişmiş ve az gelişmişler arasındaki gelir eşitsizliğini azaltmak üzere azgelişmişlerin daha hızlı büyümelerini sağlayacak politikalara ihtiyaç vardır. 

Aslında bakarsanız buradaki temel amaç; gelişmiş ülkelerin ürettikleri ürünleri satmalarını sağlamak için (azgelişmiş ülke pazarlarını büyüterek) pazar problemini çözmektir.

Azgelişmiş ülkelerin hızlı kalkınmalarının önündeki en büyük engel olarak sermaye birikimlerinin yetersizliği tespiti yapılmıştır.

Bu yüzden gelişmiş ülkelerden azgelişmiş ülkelere doğru bir sermaye hareketi başlatılabilir ise azgelişmiş ülkelerin hızlı kalkınma hamleleri yapmaları sağlanarak sorunu çözmek mümkün olabilecektir.

İŞTE KÜRESELLEŞMENİN TEMELİNDEKİ ANAFİKİR BUDUR; Gelir eşitsizliğini gidermek için gelişmiş ülkelerden azgelişmiş ülkelere doğru sermaye hareketleri başlatmak. 

Bunun yanında azgelişmiş ülkelerdeki kalkınma hareketini yavaşlatan hantal devlet yapısını da küçülterek kalkınmaya ivme kazandırmak da olayın bir başka boyutunu oluşturmaktadır.

Küreselleşmeyi savunan Neoliberal Teori, bu çerçevede, Klasik Liberal Teorinin temel önermelerine sahip olmakla birlikte (devletin ekonomiye müdahalesine gerek yoktur, ekonomi uzun dönemde kendi kendine tam istihdam seviyesinde dengeye gelecektir), gelişmekte olan ülkelerin sermaye yetersizliklerini gidermek maksadıyla gelişmiş ülkelerden gelişmekte olan ülkelere sermaye akımlarını artırmayı hedeflemiştir. 

Bu anlamda Neoliberal iktisadi öğretinin temeli 2 nokta üzerine kurulduğu görülmektedir: 

  1. Küresel düzeyde ülke ekonomileri dış dünyaya açılmalı, ülkelerdeki mal ve sermaye hareketleri önündeki engeller kaldırılmalıdır (dışa açılma-küreselleşme).

Mal ve sermaye hareketlerinin önündeki tüm engellerin kaldırılmasıyla (gümrük vergileri-miktar sınırlamaları, yabancı paraların ülkeye giriş-çıkışlarının önündeki engellerin kaldırılması) gelişmiş ülkelerdeki birikmiş sermaye daha yüksek getiri sunan (daha yüksek faiz, daha yüksek kâr) azgelişmiş ülkelere gidecektir. 

Bu şekilde azgelişmiş ülkelerin daha hızlı gelişmeleri sağlanacak ve gelişmiş ülkelerden daha fazla mal satın almalarına imkân yaratılacaktır. 

Böylece azgelişmiş ülkeler gelişmiş ekonomiler için daha büyük pazarlar konumuna gelecek, dünya ticareti ve dolayısıyla dünya refahı yükselecektir.

  1.  Neoliberalizmin üzerine kurulduğu ikinci temel nokta, devletin ekonomi içindeki hantal ekonomik varlıklarından kurtarılması için özelleştirme ihtiyacıdır. Böylece devletin ekonomideki ağırlığı azaltılacak, zarar eden bu yüklerden kurtulacaktır.

 

IMF, Dünya Ticaret Örgütü ve Dünya Bankası gözetiminde uygulanan “Washington Uzlaşması” olarak bilinen “Neoliberal öğretinin Küreselleşme Politikaları” dünyanın 1980 sonrası ekonomik düzenini tamamen değiştirmiştir.

1989 yılında kabul edilen “Washington Uzlaşması”nda öngörülen on maddeden öne çıkan birkaç madde özellikle çok önemlidir. Bunlar;

a)    Dış ticarete yönelik sınırlamaları kaldıran dışa açık ekonomik model anlayışının uygulanması,

b)    Ülkeler arası sermaye hareketlerinin serbestliği ve dış yatırımlara yönelik kısıtlamaların kaldırılması,

c)    Devletin ekonomideki ağırlığının azaltılması amacıyla yapılacak olan mali dengeyi sağlamak için kamu iktisadi teşekküllerinin özelleştirilmesi uygulamalarıdır.

Bu üç faktör, Yeni Dünya Düzeninde özelleştirmeler yoluyla sermayenin el değiştirmesi, finansal sermayenin önündeki ve dünya ticaretinin önündeki engellerin kaldırılması ile Gelişmiş Ekonomilerin Mallarını Satacak Pazarlar Yaratılması, sıkışan gelişmiş ülkelerin ekonomilerinin rahatlatılması açısından önemli sonuçlar meydana getirmiştir.

NEOLİBERALİZM KÜRESEL EKONOMİYİ KURTARABİLDİ Mİ?

Bu konuda çok değişik argümanlar, eleştiriler mevcuttur. 

Petrol şoku gelişmiş ve azgelişmiş ülkeler arası gelir eşitsizliğinin artmasına yol açmıştı

Bu durum gelişmiş ülkelerin azgelişmişlere mal satabilmesini zorlaştırmaktaydı. Gelişmiş ülkelerde stok artışları, üretimde yavaşlama ve kâr oranlarında düşüşe neden oluyordu.

Gelir eşitsizliği sorunun çözümü; azgelişmiş ekonomilerin daha hızlı kalkınma-büyüme sürecine sokulabilmesinden geçiyordu. Bunun için de bu ülkelerde kıt olan sermaye miktarının artırılması gerekiyordu.

Bu nasıl olacaktı? Gelişmiş ülkelerde birikmiş bir sermaye mevcutken, azgelişmişler sermaye sıkıntısı yaşamaktaydılar. O zaman problem gelişmişlerden azgelişmişlere doğru bir sermaye transferi ile çözülebilirdi. 

Zaten gelişmiş ülkelerde azalan kâr marjları sermayenin daha yüksek getiri potansiyeli taşıyan azgelişmiş ülkelere gitmesi için kendiliğinden bir motivasyon oluşturuyordu.

Ancak gelişmiş ekonomilerden azgelişmiş ekonomilere sermaye transferinin başlayabilmesi için küresel düzeyde sermayenin hareketini kısıtlayan engellerin ortadan kaldırılması (finansal serbestleşme) gerekiyordu. 

Sermayenin önündeki engeller kaldırılırken, aynı zamanda mal hareketlerinin önündeki engellerin de kaldırılması sayesinde küresel ticaret ve küresel üretim ve tüketim artacak, sonuçta küresel refah yükselecekti. Kısacası dünya Küresel Tek Pazar haline gelecekti. Azgelişmiş ekonomiler hızla büyüyecek, gelirlerini artıracak, küresel mal taleplerini yükseltecek, gelişmişler de rahatça mallarını satacak pazarlara kavuşacaklardı.

Aynı zamanda azgelişmiş ekonomilerin hızlı kalkınabilmeleri için diğer bir koşulu da devletin özelleştirmeler yoluyla ekonomiden elini eteğini çekmesiydi. 

İşte bu saiklerle 1980’lı yıllardan itibaren özellikle 1990’lı yıllarda IMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütünün de yönlendirmesiyle bütün dünyada gittikçe artan bir tempoda serbestleştirme ve özelleştirme hareketleri başlatılmıştır.

Dünya hızlı bir küreselleşme sürecine girmiştir. 

Yaşanan teknolojik gelişmeler de (internet vs.) dünyada iletişimin ve bilginin süper hızla yayılmasına yol açmıştır.

Gelişen iletişim teknolojisi sayesinde bilgiye daha kolay ve ucuz ulaşılabilmesi, bilginin daha etkin kullanılabilmesini sağlamış, sayısal tekniklerle birlikte risk ve getiri beklentilerine göre birçok finansal ürün geliştirilmiştir. Ayrıca, finansal ürünlerdeki çeşitlilik risk tercihlerinin genişlemesine, katılımcı sayısının artmasına ve piyasaların büyümesine neden olmuştur. Özellikle banka odaklı finansal piyasalardan piyasa odaklı finansal piyasalara geçiş yapısal anlamda finans sektörünü değişime uğratmıştır.

Şirketler uluslar arası ölçekte büyümüş, ulus devlet kavramı zayıflamış, ülkeler arası kültürel etkileşimler artarken, ülkeler arası karşılıklı bağımlılıklarda da yükselişler ortaya çıkmıştır.

Küreselleşme nedeniyle dünyanın herhangi bir yerinde meydana gelen ekonomik, finansal, siyasal ve sosyal olaylar diğer dünya ülkelerini de ciddi anlamda etkiler hale gelmiştir. 

Ancak küreselleşmenin ülkeler arası ve ülke içi gelir dağılımını azaltması yönündeki beklentilerin karşılandığını söylemek zordur. 

Tam tersine küreselleşme süreci gelişmiş ve azgelişmiş ülkeler arası gelir dağılımının daha da bozulmasına yol açmış, ülke içi gelir dağılımı daha da bozulmuştur. 

Ayrıca dünyada ülkelerin yaşadığı ekonomik krizlerin sayısı artarken krizlerin süresinde de uzamalar ortaya çıkmıştır. Bunlara örnek olarak; 1994 ve 95 Meksika Krizi, 1997 Güneydoğu Asya Krizi, 1998 Rusya Krizi, 1999 Arjantin Krizi, 2001 Türkiye Krizi, 2008 Küresel Finansal Kriz gösterilebilir.

Neoliberal politikalar çerçevesinde kamu kesiminin ekonomideki etkinliğinin azaltılması ve özelleştirmeler de iktisat literatüründe her zaman tartışma konusu olmuştur.

Kamu kesiminin ekonomideki ağırlığının azaltılmasının sosyal devlet olgusuna zarar verdiği, özelleştirmelerin de işsizliğin artmasına ya da iş gücü ücretlerinin ekonomi içindeki alım gücünün azaltılmasına neden olduğu ileri sürülmüştür. 

Ayrıca finansal serbestleştirme kriz yaşayan azgelişmiş ülkelerin üretim kuruluşlarının yabancı sermayenin eline geçmesine de neden olmaktadır.

Küreselleşme sürecinin azgelişmiş ülkeler açısından en önemli sonuçlarından birisi de, azgelişmiş ülkelerin dış ticaret açıklarını artırmasıdır. Serbestleşme çerçevesinde ülkelerarası mal hareketlerini sınırlayan yüksek gümrük vergilerinin ve miktar kısıtlamalarının kaldırılması azgelişmiş ülkelerin dış ticaret açıklarının büyümesine sebep olmuştur. 

Dış ticaret açıklarını karşılamak için daha fazla dış borç arayışına giren bu ülkeler kısa vadeli sermaye hareketlerine (sıcak para) açılmaktan başka yol bulamıyor; bu da, bir yandan ekonominin finansallaşmasına ve spekülatif finansal akımların belirleyicilik kazanmasına yol açan, bir yandan da istikrarsızlığı arttıran bir başka önemli gelişmeye neden oluyordu. 

Ekonominin finansallaşması ve kırılganlık kazanması, bir yandan derin finansal krizlere zemin hazırlarken, bir yandan da borç sarmalı içinde yeni kredi olanakları sağlamaya ve yabancı sermayeyi çekmeye çalışan azgelişmiş ülkelerin gündemine yapısal uyum reformlarını sokmuştur. 

Dış kaynak arayışındaki ülkeler açısından yabancı sermayeyi cezbedebilecek koşulların sağlanması ve rekabet gücünün arttırılması büyük önem kazanıyor, bu doğrultuda rekabet gücünü arttırmaya yönelik anti sosyal politikalar gündeme getiriliyordu. 

Bu çerçevede, işgücü maliyetlerinin düşürülmesi için emek piyasalarının esnekliğinin arttırılması ve sosyal harcamaların düşürülmesi sağlanıyor, bu da alt gelir grupları açısından çalışma koşullarının kötüleşmesine ve yaşam standartlarının düşmesine yol açıyordu.

Küreselleşmenin 2008 yılında yarattığı son krize baktığımızda sebep olarak şu tespiti görüyoruz: 2008 Küresel Krizi basitçe, 1980’lerde uygulanan neoliberal politikaların temel sloganı olan “laissez faire, laissez passer” kavramı ile risk ve denetim kavramlarının ikinci plâna atılması ve ekonomik aç gözlülüğün bileşiminden oluşan barutun, 2001’den sonra ABD’de uygulanan aşırı gevşek para politikasının oluşturduğu kıvılcım ile patlaması sonucu ortaya çıkmıştır.

Kriz karşısında finansal kuruluşların batmasını engellemek için ilk tepki olarak aşırı bol para politikası uygulanmış ancak ekonomiye yapılan parasal enjeksiyon tek başına başarılı olamayınca bu sefer Keynesyen bağlamda maliye politikası ve kurtarma paketleri gündeme gelmiştir. 

Başta ABD ve İngiltere’de olmak üzere büyük ölçekli banka, sigorta ve finansal kurumların ve sanayi şirketlerinin kurtarılması muazzam miktarda kamu kaynaklarının kullanılmasını gerektirmiştir. 

Gelişmiş ülkelerin hazine ve merkez bankaları finansal sistemi kurtarmak amacıyla küresel finansal sisteme yaklaşık 21 trilyon dolar enjekte etmişlerdir. Bu rakam o tarih itibarıyla ABD’nin GSYH’nın bir buçuk katına eşitti. 

Bu politikalar krizin yarattığı panik ortamının bir ölçüde yumuşatılmasını ve özellikle finansal sektörün kurtarılmasını sağlamıştır. Neoliberal söylem tarafından sıkça dillendirilen devletin küçültülmesi söylemi ve kamu harcamalarının azaltılması önerisi kriz anında unutularak banka ve sigorta şirketleri devlet tarafından kurtarılmıştır.

2008 yılında ABD’de başlayan ve arkasından bütün dünyaya yayılan son Küresel Finansal Krizin etkileri hâlâ ortadan kaldırılabilmiş değildir.

Yaşanan finansal krizlere rağmen neoliberal politikalara bakış bu politikaların ve genel olarak neoliberalizmin yeniden köklü bir şekilde gözden geçirilmesi şeklinde olmamış, aksine oluşan olumsuz sonuçların az gelişmiş ülkelerin yeterli denetim mekanizmalarını kurmadan neoliberal politikaları uygulamaya başlamış olmalarından kaynaklandığı düşüncesi daha ağır basmıştır. 

Bu noktadan yola çıkılarak da az gelişmiş ülkelerin neoliberal politikaları uygulamadaki yetersizliklerini gidermek için kamu kuruluşları ve özel sektör arasındaki ilişkiler çerçevesinde yönetimin yeniden yapılandırılmasını vurgulayan “yönetişim” düşüncesi ortaya çıkmıştır. Daha minimal olarak işletmeler bazında ise şirket yönetimi, hissedarlar ve paydaşlar arasındaki ilişkileri içeren “kurumsal yönetişim” düşüncesi ortaya çıkmıştır. 

Böylece özellikle finansal piyasalardaki serbestleşme ile birlikte artan finansal pazarlardaki entegrasyon ve finansal risklerden kaynaklanabilecek olumsuz sonuçların giderilebilmesi amaçlanmıştır. Birçok şirket sözü geçen bu ilkeleri benimsemiş ve uygulamıştır. 

Fakat özellikle 2008 Küresel Finansal Krizi de açıkça ortaya çıkarmıştır ki kurumsal yönetişim de finansal piyasalarda yapılan işlemlerden kaynaklanan olumsuz sonuçların etkisinin azaltılmasında yeterli olamamaktadır.

Sonuç olarak; neoliberalizm bir sistem olarak hem birçok fırsat hem de tehdit yaratmakta ve ortaya çıkan tehditleri bertaraf etmekte yetersiz kalmaktadır. Bugüne kadar yapılan uygulamalarla da bu yetersizlikler giderilememiştir. 

2008 yılında başlayan Küresel Finansal krizin etkileri aradan geçen 16 yıla yakın sürede hala giderilememiştir. 

Tam bu noktada 2020 yılı başında Çin’de ortaya çıkan ve çok kısa bir sürede bütün dünyaya yayılan Covid-19 pandemisi de eklenince ülkeler yeniden bol para enjeksiyonuna ve canlandırma paketlerine başvurmaktan başka çare bulamamışlardır.  

 

NEOLİBERALİZM KÜRESEL EKONOMİYİ KURTARAMADI. 

ÇARE “THE GREAT RESET” Mİ?

2008 yılında ABD’de başlayan ve bütün Dünya’ya yayılan Küresel Finansal Kriz neoliberalizmin bir sonucudur. 

40 yıldır uygulanmakta olan neoliberalizm, sermayeye aşırı ve hak etmediği düzeyde bir özgürlük bahşetmiş, finansal politikaları üretim politikalarına tercih etmiştir. 

Bir iktisadi model ya da sistem ancak üretim üzerinde yükseliyorsa, üretimi temel alıyorsa uzun soluklu olabilir. Neoliberalizmin, bu temel kritere sırtını dönmüş olması, iktisadi krizin temel nedeninin neoliberal model ve pratiği olduğu gerçeğini ortaya koymaktadır. 

Bunun üstüne bir de 2020 başında Covid-19 pandemi olayı da eklenince dünya büyük bir karamsarlığa bürünmüştür.

Küreselleşme sürecinin en olumsuz yanlarından birisi de ülkelerin borç seviyelerinde meydana gelen korkutucu artışlardır.

Uluslararası Finans Enstitüsü (IIF)’nün Kasım 2023’te açıkladığı son  "Küresel Borç Monitörü" raporuna göre  Küresel Borç Tutarı 2023 yılının üçüncü çeyreğinde 307,4 trilyon dolar olarak hesaplanmıştır. 

Küresel Borc  ülkelerin toplam GSYH’larının 3 katına ulaşmıştır. Bu ne anlama geliyor; yaklaşık 8 milyarlık dünya nüfusunun yemeden, içmeden  3 yıl çalışması gerekiyor ki bu borç ödenebilsin. Tabi pratikte bu mümkün değildir.

İşte liberalleşmenin neden olduğu en tehlikeli balon bu borçlar konusunda ortaya çıkmaktadır. 

Bu borçların kağıt üzerinde olmanın dışında bir karşılığı bulunmamaktadır. Vadesi gelen borçlar yeni borçlanmalarla finanse edilmekte ve gittikçe önlenemeyen biçimde artmaktadır. 

Bu balon günün birinde mutlaka patlayacaktır.

Uluslar arası alanda sistemin bu şekilde devam edemeyeceği yönünde her geçen gün kanaatler daha da kuvvetlenmektedir.

2020 yılında Dünya’da Küresel Ekonominin çarklarının durmasına yol açan Covid-9 pandemisi de neoliberalizmin yıkıcı etkisini daha da şiddetlendiren bir süreç yaratmıştır.

Küresel düzeyde tedarik zincirlerinin kırılması, ülkelerde fabrikaların kapatılması, insanların karantinaya girmeleri sonucu Dünya genelinde arz ve talepte keskin düşüşlere yol açmıştır. 

Ülkeler firmaların iflaslarını önleyebilmek için bir taraftan vergileri azaltma, iptal yollarına giderken diğer taraftan piyasaları ayakta tutabilmek için harcamaları devasa boyutta artırmak, paraya boğmak zorunda kalmışlardır. 

Bütün bunlar ülkelerin borç seviyelerinin inanılmaz noktalara yükselmesine neden olmuştur.

Covid-19 pandemisi, küreselleşmenin halîhazırda var olan sorunlarını daha da belirginleştirmiştir ve tabir yerindeyse “KRAL ÇIPLAK” demiştir. 

Dünya Ekonomik Forumunun kurucusu ve yöneticisi Klaus Schwab Temmuz 2020’de bir kitap yayımlamıştır. Kitabın başlığı  “Covid-19: The Great Reset.” 

 

 

Kitap, Covid-19 salgınının ekonomik ve toplumsal dokuda nasıl tahribata yol açtığına değinerek daha “kapsayıcı, toparlanabilen, sürdürülebilir” bir dünya ekonomik düzeninin kurulması gerekliliğini işlemektedir. 

Schwab, dünya ekonomisinin 1930’dan beri gördüğü en kötü bunalımla karşı karşıya olduğunu söylerken çıkış yolunu özetliyor: “KISACASI, KAPİTALİZMİ ‘YENİDEN BAŞLATMAMIZ’ GEREKİYOR.”

Schwab’a bir destek te  IMF Genel Müdürü Kristina Georgieva’dan gelmiştir. 3 Haziran 2020 tarihinde Dünya Ekonomik Forumunun “The Great Reset” kampanyasına desteğini bildiren Georgieva, 15 Ekim 2020 tarihinde de The Great Reset için yeni bir Breton Woods çağrısı yapmıştır. 

Bu çağrının ayrıntıları hâlâ net olmasa da, neoliberalizm öncesi dünya sisteminin ana ayağı olan (değeri altına sabitlenmiş uluslararası rezerv para sistemi) Breton Woods’un adının anılması, uluslararası rezerv paranın (doların) değiştirileceği ve uluslararası finans ile ticaretin regüle edileceği beklentilerini tetiklemiştir

“Global Currency Reset” (Küresel Parada Yeniden Başlangıç) için IMF’nin yeni çıkışlar yapması beklenmektedir.

Aslında IMF’nin neoliberalizme eleştirisi daha önceki yıllarda da söz konusudur. 2016 yılı Haziran ayında, IMF’nin, 2008 Küresel Finans Krizinden sonra, bir özeleştiri yaptığını görüyoruz. 

Bu eleştiri herkesi şaşırtmıştır. Çünkü Dünya’da neoliberalizmi savunan ve ülkelere uygulamaları için tavsiyede bulunan bir kuruluş kendini eleştirmiştir.

2016 yılı Haziran ayında IMF’nin kendi yayını olan Finance and Development adlı dergide itiraf gibi bir makale yayımlanmıştır: Neoliberalism: Oversold? (https://www.imf.org/external/pubs/ft/fandd/2016/06/pdf/ostry.pdf).

Bu makalede 2008 kriziyle sorgulanır hale gelen neoliberal  politikaların aşırı derecede öne çıkarılmış olduğu, bu politikaların ekonomilerde büyüme yerine eşitsizlikleri artırdığı vurgulanırken,  devletin aşırı küçültülmesinin de zararlarına değinilmiştir.

Günümüzde içinde bulunulan neoliberalist sistemin bu haliyle devam etmesinin mümkün olmadığından yola çıkılarak The Great Reset’in nasıl ve hangi alanlarda uygulanması gerektiği konusu tartışılmaktadır.

Acaba Dünya’da gerçekten bir çok alanı kapsayan THE GREAT RESET yapabilecek midir? 

Hep birlikte göreceğiz.




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —