KÜLTÜR KİTAPLARIN AYDINLIĞINDA

KÜLTÜR KİTAPLARIN AYDINLIĞINDA

SOSYAL ADALET NEDEN ÖNEMLİDİR -III- (7-11'inci bölümler)

 

Yazar: Brian Barry

İngilizce basım yılı: 2005

Türkçe basım yılı: 2017

İngilizceden çeviren: Ebru Kılıç

Yayınevi: Koç Üniversitesi Yayınları (KÜY yayınları)

Sayfa sayısı: 372

 

Yazar hakkında kısa bilgi (1936-2009): İngiltere doğumlu yazar politik filozoftur. İngiltere ve Amerika’nın çeşitli üniversitelerinde politik felsefe dersleri veren Profesor Brian Barry’nin çok sayıda eseri ve adına verilmiş çok sayıda ödül bulunmaktadır.

 

SOSYAL ADALET NEDEN ÖNEMLİDİR   -III- (7-11.’inci bölümler)

Sevgili okurlar,

Sosyal Adalet Neden Önemlidir adlı eserin 7-11'inci bölümleri için kaleme aldığım inceleme yorum yazısını beğeninize sunuyorum.

Keyifli okumalar

YEDİNCİ BÖLÜM

SİYAH GULAG’IN OLUŞUMU

*Gulag: Eski Sovyet rejimi karşıtı unsurlarının (siyasi suçlu) hızla kovuşturulması ve toplumdan soyutlanması için 25 Nisan 1930 tarihinde kurulan bir tür yargı ve infaz sistemidir. Zaman içinde Sovyetler Birliği'nin birçok yerinde çok sayıda çalışma kampını da bünyesinde içerimlemiştir. Giordio Agemben de bu sınıfı Romalılardaki benzer bir uygulama ile Homo Sacker olarak niteler. Bu insanlar yaşayan ölüler gibi toplumdan soyutlanırlar. Hiçbir vatandaşlık hakkı yoktur ya da kullanmazlar. Bedenleri âdeta her tür kullanıma izin verilen olumsuz bağlamda kutsanmış kölelerdir.

 

Yazar bu bölümde eşitsizlik biriktiren bir sosyal adaletsizlik mekanizması olarak hukuk ve adalet sistemini tartışıyor. Sosyal adaletsizliğin nasıl pek çok açıdan birikimli dezavantajlar yaratarak suçlu ordusu ürettiğini Amerika ve benzeri yerlerde Siyah ırka yönelik yerleşik hukuksal ve sosyal uygulamalardan çarpıcı örnekler vererek gözler önüne seriyor. Bu sistemi Siyah Gulag olarak nitelendiriyor.

Aile yoksulluğu, ana-babanın eğitimsiz bırakılması ve varoşlardaki okul yetersizliği birikimli dezavantajlar üzerinden sınırlı seçenekler karşısında suç olarak nitelenen edimleri işlemeye itilmiş suçlu insan üretimine yol açmaktadır. Adaletsiz sistem, iyi bir eğitim elde edemeyen yoksul ailelerin çocuklarını büyüdüklerinde suçlu birer insan olma risklerini artırıcı yönde işlemektedir. Bu çocuklar geçimlerini sağlayacak iyi bir iş şansını artıran iyi bir eğitimden yoksun kaldıklarında sömürüye açık, sosyal güvencesiz (düşük ücret, yüksek risk, izin ve dinlenme olmayan) işlerde çalışmaya zorunlu olurlar. Bu insanların çoğu suç olarak kategorize edilen davranışlar sergilemeye başlarlar. Bu insanlar için her aşamada dezavantajların birikimi oldukça acımasız işler. Nüfusun az bir kısmını oluşturmalarına karşın Amerika’da Siyahlar, tutuklananların büyük bir kısmını oluşturur.

 

 

Oluşturulan jüriler Siyahlara karşı doğal bir önyargıya sahiptir. Bu insanlar için devlet tarafından atanan kamu avukatları zaten yoğun bir iş baskısı ile çalışırlar. Yapılan bir araştırmada mahkemelerin bu avukatları sistemle uyumlu çalışacak, sorun çıkarmayacak, zaman kaybettirmeyecek (!) avukatları seçtikleri ortaya konulmuştur. Sisteme göre, titizlik ve yetkinlik olumlu kusurlar olarak görülür. Ciddi savunma hazırlamak zaman kaybıdır.

Birikimli dezavantajlar, tutuklananlar için hapishanede iken de devam eder. Hapishanelerin bu suçluların yeniden sosyalleşmesine katkıda bulunacak bir biçimde düzenlemeye gidilmesi fikri ile uygulamaya konulan girişimler tam ters tepmiş, suçlu sayıları hiç olmadığı kadar artmıştır. Suçu oluşturan eşitsiz bağlamı yok etmedikçe suçlu üretimi artarak devam edecektir. Bu bağlamı yok etmek istemeyen avantajlı azınlık, suç sayılan davranışları bu sınıftan suçluların kişisel tercihlerinin sonucu olarak damgalar ve idamlar gibi suçlara cezaların artırılmasını uygulamaya koyarlar. Bir toplumda suçlara verilen cezaların artırılması suçları önlemez. Aksine, suçlara cezaların artırılması sadece o toplumda sosyal adaletsizliğin yoğunluğunu ve şiddetinin düzeyinin yüksekliğini gösterir. Adaletsizlikleri rehabilite etmek yerine bu suçlular, hapishaneden erken bırakılmaya başlanır. Bu insanlar için artık hapishane dışı ve içi farksız hale gelmiştir. Hapishaneden çıktıktan sonra da dezavantajlar devam eder. Bu insanlar döner kapı benzeri bir içerdedir bir dışarıda. Hapishane dışında bu insanlar damgalandıkları için iyi bir iş bulmaları imkansızdır. Bu suçluların çoğu tek seçenek olarak yeniden suç işlemek zorunluluğu ile karşı karşıya kalırlar. Bu insanların büyük çoğunluğunun finansal sorunları vardır. Aileleri ile temasları kaybolur. Bunlar arasında yeniden hapishaneye girme oranı son derece yüksektir.

 

Şekil:Yıllara göre Amerika'da tutuklu sayısının ırklara göre dağılımı

 

Sermaye sınıfı için ise bu, ucuz ve sömürüye açık işgücü ordusu yaratması bakımından elverişlidir. Şartlı tahliye sistemi döner kapı fenomeni gibi bu insanları yeniden hapishaneye tıkmak için çalışır. Sistem, kendi mahkûmlarını yaratır.

 

Şekil:Dönerkapı fenomeni: Birikimli dezavantajlarla kuşatılan yoksullar için hapishane içi ve dışı farksızlaşır.

 

Ancak, aynı toplumda artan finansal suçlar, şirket suçları, yolsuzluk suçlarını işleyen avantajlı sınıfa dokunulamaz. Geniş çaplı finansal yolsuzluklar elbette nispeten ayrıcalıklı konuma getirilmiş kişilerce işlenir. Eğitimli kamuoyunun zihninde yerleşen mesaj gayet açıktır: Bir suç işlemek istiyorsanız, tutulacak yol yolsuzluktur… İyi yük kaldırılır, cezalar da genellikle hafiftir. Yazarın Amerika için gözler önüne serdiği bu tablonun dünyanın hemen yerinde pek çoğumuz için tanıdık gelen yaygın bir yozlaşma durumu olduğuna sanırım, hepimiz katılırız.

 

ÜÇÜNCÜ KISIM

MERİTOKRASİNİN NESİ YANLIŞTIR?

Sekizinci bölüm

Meritokrasi fikri

Yazar bu bölümde hepimize oldukça doğal ve meşru gelen bir toplumsal inanç olan liyakatli olanın iyi bir iş ve iyi bir gelir elde etme hakkını tartışıyor. Bu fikrin günümüzde uygulandığı biçimiyle nasıl eşitsizliği meşru kılarak sosyal adaletsizliği derinleştirebileceğini savunuyor.

Meritokrasi, birçok kişinin inandığının aksine, liyakatli olan, başarılı olan, ayrıcalıklı seçkin bir uzman sınıf tarafından yönetilmeyi referans alan bir ideolojidir. Bu ideoloji günümüzde neoliberalizm ile birlikte oldukça doğal karşılanmakla birlikte gelinen nokta eşitsizliklerin derinleşmesi olmuştur. Liyakatli olanların yani bireysel üstünlükleri olanların bu kişisel özelliklerine dayanarak en iyi konuma geleceğini doğal görmek bu bireysel üstünlükleri elde etme fırsatlarının eşitsizliğini göz ardı eder. Dolaysıyla, bireysel üstünlükler büyük mükâfatları en iyi gelirleri meşru kılmaz, çünkü liyakat elde etme fırsatları eşitsizdir. Bu liyakat ya da bireysel üstünlükler yoksul ve varlıklı çevrelerde anlam kazanabilir. Dolaysıyla, aynı özellikler, zengin ailede yetişme ile yoksul bir ailede büyüme arasında fark ve eşitsizlik yaratır. Bu özelliklerin dışa vurumu başarı olarak ölçülen kriterler, zengin bir ailede kuşaktan kuşağa genetik bir özellikmiş gibi aktarılarak giderek yoksul bir ailenin konumu arasında derinleşen ve asla ulaşılamayacak eşitsiz bir durum yaratır. Bu eşitsiz birikimli avantajların gözükür olmaması, fırsat eşitliliği kurgusunu da meşru hale getirilir.

 

Şekil: Meritokrasi varsıl ve yoksul sınıflar arasındaki fırsatlara erişim eşitsizliğini örten biçimde çalışır. Fotoğrafın son karesindeki fırsat eşitliği yanılsama yaratır.

 

Bireysel üstün özellikler olarak üstün bir zekâ, üstün bir sportif özellik, yaratıcı bir sanat yetisi tek başına büyük mükafatları elde edemez. Bunlara değer veren bunları dışa vurma fırsatı yaratan bir sosyal yapı ve çevre ile elde edilir. Yani başarılar, bireysel değil kamusaldır.

Yazar başarı kriteri olarak soyut akıl yürütme ve problem çözme yetisi olarak zekânın liyakat kriteri olarak doğallaştırılmasına karşı eleştirilerini sunar. IQ (zeka) testlerinin neyi ölçtüğünü ve bunun kullanımdaki yan etkileri de dikkatimize sunar. Daha üstün zekâ katsayısına sahip olma bir ayrıcalık ise bu ayrıcalık giderek eşitsizliğin asimetrik biriktirildiği bir toplumu meşru kılacaktır. Bir bütün olarak ele alındığında liyakate göre görevlendirme fikri olan meritokrasi tezi, insancıl-eşitlikçi idealin kalbine indirilmiş bir darbedir, az sayıda kişinin yüksek statü, çok sayıda kişinin ise bağımlılık ve alçak statü miras aldığı sınıflı kast toplumu yaratır.

 

 

DOKUZUNCU BÖLÜM

BİLİMİN KÖTÜYE KULLANIMI

Yazar bu bölümde liyakat kriteri olarak IQ temelinde genetik ve çevrenin bireysel özelliklerimiz üzerine etkisini sosyal adaletle olan ilişkilerini ortaya koymaktadır. Geçen yüzyılda IQ ölçütü zengin ve yoksul sınıftan insanlarla siyah ve beyaz ırktan olan insanlar arasında hatta kadınlar ile erkekler arasında doğal bir fark olduğu yönündeki ideolojinin bilimsel dayanağı olarak kullanıldı. IQ kanıtlarına göre, zenginin emekçilerden daha zengin olması, beyaz ırkın siyah ırktan, erkeğin kadından daha üstün olması sahip oldukları bireysel genetik bir özellik olarak daha yüksek zekâlarından kaynaklanıyordu. IQ testlerinin kötü yönde manupülatif davranışları bir yana, bunun doğru olmadığını anlamamız nerdeyse yüzyılı buldu.

 

IQ testleri iyi bilinen önyargılara sahip yanıltıcı testlerdir.

 

Artık, sınıflar arası böyle farklılıkların olmadığını biliyoruz.

Bu teze göre bazı insanların onları liyakatli kılan bazı üstün özellikleri sahip oldukları genetik yapıdan, genlerden kaynaklanıyordu. Çevrenin, yaratılan sosyal ve ekonomik düzenin etkisi göz ardı ediliyordu. Oysa genler tek başına hiçbir şeydir. IQ’daki genetik bileşenden söz etmek iki kat yanıltıcıdır. Kalıtsallık bireyin değil toplam nüfusun bir özelliğidir. Genetik yapının çevreye göre yüksek bir IQ’ya (ya da başka üstün bir özellik) yol açacak bir etkileşim içinde olup olmayacağı çevreye bağlıdır. Artık, gen bileşimlerinin sadece o insanın tepki kalıpları için bir dayanak teşkil ettiğini davranış ya da özelliğin kendisi olmadığını biliyoruz. Çevrenin etkisini inceleyen epigenetik adında koskoca bir bilim var. Çoğunlukla, çevrenin hangi yönlerinin genetik bileşenlerle nasıl etki ettiğini ölçme ve değerlendirme yetersizliğimiz ya da göz ardı edişimiz nedeniyle daha iyi bir gelir elde etmeyi meşru kılan liyakat denilen bireysel üstün özelliklerin genlerden kaynaklandığı sonucunu doğal görmeye yazgılıyız

DÖRDÜNCÜ KISIM

ONUNCU BÖLÜM

 

KİŞİSEL SORUMULUK KÜLTÜ

Eşitliğe karşı sorumluluk mu?

Yazar bu bölümde tek tanrılı dinler tarafından da ortaya konulan ‘’eşitsiz ilahi düzenin’’ özgür irade yanılsaması örtüsü altında doğallaştırıldığını tartışıyor. Dinin siyasallaştırılarak toplumsal kötülüklerin kişisel sorumluluklara yüklenmesinde araç olarak kullanıldığını belirtiyor.  Her koyunun kendi bacağından asılacağı, en küçük iyiliklerin ve en küçük kötülüklerin karşılığının kişisel tercihlerin bir sonucu olarak görmeyi doğal görürüz. Yaratılan eşitsiz bir sosyal düzende, ayrıcalıklı sınıflar için tanınan konumları edinme fırsatlarına erişimlerinin olanaksız olduğu yoksul kimseler için kişisel tercihlerin ancak sınırlı seçenekler olarak kaldığı bir ortamda özgür irade bir yanılsama olarak kalacaktır. Ortaya çıkan olumsuz ya da kötü davranışlar kişisel sorumluluk kapsamında değerlendirilemez. Özgür irade her tür kaynağa erişimin fırsat ve haklarına eşit olduğu bir ortamda anlam kazanabilir. Liberal anlayışa göre doğal hak diye bir hak olamaz. Onlara göre hak etmek kişisel sorumluluk ve görevlerin yerine getirilmesine bağlıdır. Ancak, onlar toplumsal yükümlülük ve sorumluluktan hiç söz etmezler. İyilik ve sorumluluk yoksullar için hak etmenin bir koşulu iken zengin sınıflar için bir öneridir. Toplumun görev ve sorumluluk fikri göz ardı edilerek kişisel sorumluluk fikri o kadar doğallaştırılmıştır ki bu olgunun kökleri Platon’a kadar gider. Platon kişileri yaptıkları ve sahip oldukları kişisel özelliklere göre altın tunç ve bakır olarak sınıflamıştı. Bu özellikler doğuştandı. Kalıtsaldı. Kişiler arası eşitsizlik onların tercihlerinin sonucu idi. O yüzden, iyi insanların konumu yüksek statüde olanların evlenmesi ile daha iyi bir toplum yaratılacağı fikri önerilmişti.

Günümüzde liberal/kapitalist anlayışın zihinlerimizi darmadağın eden yoğun ideolojik saldırısı altında toplumlarda var olan muazzam boyutlara ulaşan eşitsizlikleri doğal görme eğilimindeyiz. Liberal anlayışa göre, insanlar potansiyel olarak eşittir. Eşitsizlikler, eşit olmayan kişisel erdemlere bağlıdır. Zenginler, zenginliklerini çok sıkı çalışmaya, girişimciliğe, risk almaya istekli olmaya ve tutumluluğa borçludur, yoksulların ahlaki nitelikleri kötüdür, bu da tembelliğe, sorumsuzluğa ve onları hapse sürükleyecek türden kötü davranışlara yol açar. Ancak, zenginler ve yoksullar arasında eşitsizliği kalıcı kılan birikimli dezavantaj dizisine yol açan ayrıcalıklı sınıfa yönelik çıkarılan vergilendirme sistemleri, kredilendirme tercihleri, siyasal ve ekonomik pratikler, bu yönde kabul edilen yasalar yok sayılır. Doğal görülür. Liberal ahlaka göre, aileden miras alınan para ve servet ve sosyal statünü gibi ayrıcalıklar ve bunların başarının anahtarı olma yolunda avantaj yaratması doğaldır. Aksini düşünmek patolojidir. Başka nasıl olabilirdi ki?. Doğru insanları tanımak, doğru insanlarla aynı bağlamda olmak, Beyaz olmak, ayrıcalıklı ırka, popüler siyasi görüşe ve inanca sahip olmak doğuştan gelen bir Tanrı vergisidir. Peki, zengin ya da yoksul olmanızı bir köşkte ya da varoşta doğmanızın belirlediği bu koşullar altında eşitlikten nasıl söz edilir ya da zenginlik ve yoksulluk nasıl kişisel sorumluluk ve tercihlere atfedilen özgür iradeye bağlanır?

ON BİRİNCİ BÖLÜM

HAKLAR VE SORUMLULUKLAR

Yazar bu bölümde günümüzde toplumun iki uç kısmı olan zengin ve yoksullar için hak ve sorumlulukların nasıl ikiyüzlü işlediğini gözler önüne seriyor. Haklar zenginler, sorumluluklar ise yoksullar içindir. Zengin ayrıcalıklı sınıf sınırsız haklara sahip iken bu hakların kullanımından zarar gören etkilenenlere karşı sorumlulukları buhar olur. Şirketlerin tüzel kişiliği şirket yöneticilerinin sorumluluğunun maskelenmesini sağlayan kanunlarla korunmuştur. Kararlar alma konusunda en büyük haklara sahip olanların eylemlerinin sonuçları konusunda kişisel sorumluluklardan neredeyse muaf olmuşlardır. O yüzden, şirketlerin faaliyetlerinden ortaya çıkan toplumsal zararlarda neredeyse cezalandırılacak sorumlu bulunamamaktadır. Yoksullar için ise haklar ancak belli edimleri yükümlükleri yerine getirdiklerinde elde edecekleri sorumluluklara bağlanmıştır. Bu da karşılanamayacak koşullara bağlanır. Bunlar da doğal hak değil yardım olarak verilir. Bu pratiklerin benzerini sağlık uygulamalarında görmek mümkündür. Sağlığa ilişkin temel insan hakları yasalar tarafından güvence altına alınan sürekliliği olan koşulsuz haklar olarak değil, yerel hükümet ve sivil yardım kurumlarınca karşılanan yardımlara dönüşmüştür. Bu da doğal olarak değil hak talebinde bulunanların dernekler, vakıflar kurarak örgütlenerek etkin ve zorlayıcı girişimlerine bağlanmıştır.

Yazar bu bölümde George Bush’un çağımızı sorumluluklar çağı olarak nitelendirmesine karşın kendisinin becerisizlik ve yeteneksizliklerle dolu kişisel yaşamında babasından ve ailesinden devraldığı (başkanın oğlu) sosyal ranttan nasıl yararlanarak üst konumlara yükseldiğine ilişikin çarpıcı detaylar vermektedir.

 Paralarımızın çalınmasının suç olmasına karşın şirketlerin kendi paralarını yasaları çiğneyerek dahi olsa korumaya çalışma arzusunu anlaşılır bir kusur olarak gören liberal ahlak iş başındadır. Bizim (yurttaşların) zenginler tarafından göz göre soyulduğumuz fikri (vergi yasasına göre bize ait olması gereken paradan yoksun bırakıldığımız) ise kamuoyunda pek yankı bulmaz, toplumda tüm bunları doğal görme, kabullenme  eğilimi vardır.

Şirket yöneticileri, ödüllerin kendi kişisel meziyetleri nedeniyle verildiğine (meritokrasi) bizleri inandırmış gözüküyor. Oysa aynı şirket yöneticileri hatalı ya da kötü kararları nedeniyle acı çeken, zarar gören insanların gördüğü zarar karşısında cezasız ve sorumsuz tutulmaktadır. Zenginlere yeni yükümlülükler getirmeyen hatta sorumluluklarını yok sayan yeni yasal pratiklere karşın her geçen gün daha çok sayıda insan daha fazla sorumluluk ve yükle cezalandırılmaktadır. Esnek çalışma ile çalışanların uygunluğuna değil işverene uygun düşen saatlerde çalıştırılan ile derin sömürü çarkı işlemektedir. Daha fazla insan, daha yüksek saatler karşılığı daha düşük ve güvencesiz koşullarda çalışma sorumluluğu ve yükü ile yüz yüze bırakılmıştır. Emekçilerin değer verdiği esneklik ile sermaye güdümlü işverenlerin teşvik ettiği esneklik birbirin tam zıddı olarak gerçekleşmektedir.

Alt sınıfların yoksulluğu fırsat yoksunluğundan çok bu sınıfın bu fırsatlardan yararlanma konusundaki beceriksizliğine bağlanır. Ve böyle bir yoksul sınıfın bulunması zenginlerin refahının temini için gereklidir. Doğal bir işsizlik oranı vardır. Belli kesimin sömürüye açık halde tutulması üst konumdaki sermaye sınıfı için bir zorunluluktur. Bu tür insanlar, dünyanın çevresinde yol alan bir balonun havada tutulması için sepetten atılması gereken mürettebata benzetilir. Bu azınlık sınıfının refahı için bir kesimin yok edilmesi normaldir, doğaldır. Sorun bunun oranının ne kadar olacağının, normalinin ne olduğunun istatiksel tespitidir. Kayıplar istatiklere uygun mudur değil midir? İnsan unutulur. İnsan onlar için istatistiklere yansıyan bir veridir, sadece.

 

Herkese saygılar

Doç.Dr. Murat Karaoglan

Email: muratkaraoglan@hotmail.com

Twitter: @muratkaraogla11

 

 



Anahtar Kelimeler: KÜLTÜR KİTAPLARIN AYDINLIĞINDA