30- Mayıs-2013 tarihinde Başkanlığını Gaziantep Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Profesörü Zeynel Özlü’nün yürüttüğü, Gaziantep Üniversitesi Göç Enstitüsü tarafından düzenlenen konferansa katıldım. Diş hekimi Sayın Sema Tural Tatar ‘’Her Yer Vatan Toprağı’’ adını verdiği kitabını internet ortamında yaptığı konferansla tanıttı.
Sema Tural Tatar, aşağıda metnini vereceğim gibi, kitabının sadece -GÖÇ- ile ilgili kısımlarını anlattı.
Ailesinin nesiller önce Balkanlara gönderilen, Konya – Karaman Türklerinden olduğunu söyledi.
Ben ‘’Her Yer Vatan Toprağı’’nı okudum. Çok beğendim.
Bence Sema Tural Tatar biyografi- otobiyografi tanımını çok güzel uygulamış.. Geçmişe derin bir ışık tutuyor.
Tarihi bilgileri, ideolojileri, yer -mekan ve inanılmaz kronolojik bir zaman kavramıyla yerleştirmiş.
Kitabın başında bir farkındalık hikayesi anlatarak kitabı yazmaya başladığını söylüyor. Zaten kitap; baştan sona öyle farkındalık hikayeleriyle dolu.
Aynı ailedeki farklı fikirlerin varlığını örneklemiş. Hepsinin vatan sevgisiyle dolu olduğunu bize hissettirmiş.
Ön yargıların hayatımıza etkisini ince üslubuyla çok güzel anlatmış.
Osmanlıdan günümüze,kadın için de , erkek için de kul olmaktan birey olmaya geçişi sergilemiş.
Süreç içinde kadının toplumdaki kazanımlarını tek tek göstermiş.
Bize bu kitabı kazandırdığı için Sayın Sema Tural Tatar’a teşekkür ediyorum
. Bu kitabı bütün Türkiye’nin okumasını diliyorum.—
Online konferansın konuşma metnini sizlere sunuyorum. ( Ali Rıza Torun - Editör )
Çok değerli dinleyicilerim,merhaba;
Ben diş hekimi Sema Tural Tatar.
Burada sizlerle olmak çok güzel .
Bugün Gaziantep Üniversitesi Fen –Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü öğretim üyesi ve Göç Enstitüsü MÜDÜRÜ Sayın Profesör Dr. Zeynel Özlü Beyefendinin, daveti üzerine huzurlarınızdayım. Sözlerime başlarken kendisine teşekkürlerimi sunar, hepinizi saygılarımla selamlarım.
Ben bir Kitap Yazdım.İsmi
HER YER VATAN TOPRAĞI
Size kitabımı tanıtabilmak kitabın – göç- ile ilgili konularını sunabilmek için davet edildim.Önce kısaca kendimi tanıtayım;
1957 yılında İstanbul’da doğdum.İlk ve orta öğretimimi Pendik Merkez İlkokulunda ve Üsküdar Kız Lisesinde tamamladım. Marmara Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesinden 1979 yılında mezun oldum. Eşim, diş hekimi Eray Tatar ile İstanbul’da evlendim. Sonra da Gaziantep’e yerleştim. İki kızım dünyaya geldi. Aradan yıllar yıllar geçti. Bugün karşınızda 3 torun sahibi anneanne olarak oturmaktan büyük mutluluk ve şükran duyuyorum .
33 yıl serbest diş hekimi olarak Gaziantep’teki muayenehanemizde çalıştım. Türk Üniversiteli Kadınlar Derneğine ve Kavaklık Rotary kulübüne üye oldum. 2012-2014 döneminde Türk Üniversiteli Kadınlar Derneği Gaziantep Şube Başkanlığını yürütmenin onurunu yaşadım. Halen sosyal sorumluluk projelerine katkıda bulunuyorum.. Bu bağlamda, şimdi size tanıtacağım ‘’HER Yer Vatan Toprağı’’nın gelirinin tamamını ihtiyacı olan gençlerin eğitimine katkıda bulunmak için kullanacağım.
Az önce bahsettiğim gibi,İstanbul’da doğdum, İstanbul’da eğitimimi aldım ve 24 yaşımı doldurmadan Gaziantep’e yerleştim. Çoğu kişinin İstanbullu olduğumu bilmediği,yakın çevremin Gaziantepli olarak vasıflandırdığı birisiyim. Bunda,kişisel özelliklerimin yanısıra, yudumuzun her yöresinin farklı bir kültürü olduğunu bilerek yetişmiş olmamın payı büyüktür.
Annem, babam, hatta babamın anne ve babası İstanbul’da doğsa da, meslekleri icabı vatanın her köşesinde hizmet vermiş, halkımızı tanıma fırsatını yakalamışlar. Yurdumuzun her köşesinin vatan toprağı olduğuna inanmışlar ve beni inandırmışlardI. Böyle bir ailede yetişmiş olmamın değerini zamanla daha iyi anladım.
Gaziantep’te edindiğim ilk farkındalık ‘’yerli’’ kavramının ne demek olduğu üzerineydi.. Ancak bende farkındalık yaratarak ,’’Her Yer Vatan Toprağı’’nı yazmama neden olan asıl olayı burada anlatmadan geçmeyeyim.
Eşimin üyesi bulunduğu Gaziantep Kulübü Dernaği 9-Haziran- 2012 de ‘’Geçmişten Günümüze, Annemizden Kızımıza’’adlı bir etkinlik düzenledi. Amaç, atalarımızdan kalan gelinlikleri çocuklarımıza da göstermek, bir anlamda ,geçmişimizi yad etmekti.Sergi için bir kitapçık hazırlandı.
Gelinle damadın bir arada görüldüğü düğün fotoğrafının altında sadece gelin ve damadın isimleri yazılmıştı.
Sadece bu açıklamadan , gelinlerin şu anda kimin anneannesi ya da babaannesi olduğunu kolayca anlayabilirdiniz.
Bu etkinliğe ben de anneannemin 1912 yılında yani tam da Balkan Harbinin başladığı sıralarda Selanik’te giydiği gelinlikle katıldım.
Gaziantep’in yerlisi değildim. Ailemi, anneannemi nasıl tanıtabilirdim?
Anneannemin, annemin , benim ve kızım Ece’nin düğün fotoğraflarımızı ,yani 4 adet fotoğrafı alt alta koyarak gelinliğin kime ait olduğunu anlatmaya çalıştım
Kitapçıktaki sayfamda en başa yerleştirdiğim fotoğraf ise, anneannemin teyzesinin eşi, Kurtuluş Savaşında,Büyük Taaruzda II. Kolordu Komutanlığı yapan ve 1935-1939 yılları arasında Gaziantep Milletvekilliği yapan Ali Hikmet Ayerdem Paşa’ydı. Çok büyük bir tesadüftü.
Ailem ile Gaziantep arasında bir bağ kurmuştum. Çok sevinçliydim.
Gazianteplilerin ince ruhunu yansıtan bu etkinlikle, hayatımda fark yaratan
Gaziantep Kulübü Derneği Dönem Başkanı Sayın Ufuk Ekici’ye ve Yönetim Kurulu üyelerine bir kez de buradan teşekkür etmek isterim.
Bu sergiden iki ay sonra, annemi kaybettim.Zaman hiç kimsenin durduramayacağı kadar hızlı akıyordu..
İnsanın “köklerini” bilmesinin çok güzel bir duyguydu.. Bu duyguyu çocuklarıma da yaşatabilmek istedim.
Ayrıca Bir kitap yazarsam, çocuklarıma anlatmaya fırsat bulamadığım birçok konuya değinebilecektim. Ne de olsa ‘çocukluğumuz, anayurdumuzdu. Çocukluğumdan bahsetmek bana keyif verecekti. Üstelik, değerli hocamız Türkan Saylan ne demişti:
“Eğitimli her kadının demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’ne bir borcu vardır.”
Cumhuriyetimizin kurulma günlerine bizzat tanıklık eden, milletine de devletine de büyük bir sevgi, minnet ve şükranla bağlı olan atalarımın bilgi ve düşüncelerini tarihin akışı içinde aktarmaya çalışırsam, acaba borcumu ödeyebilir miydim?
İşte bu fikirler çerçevesinde kendime bir rota çizdim.
Çekirdek ailemizi temel alarak, atalarımdan başlayıp, annem Perihan Pala Tural’ın hayatından ilerledim.
Onun vefatıyla süreci tamamladım.
Bu sayede içinde benim de tanıklık ettiğim, hafızama kazınan, bana dokunan iç ve dış siyasal, sosyal olayları adım adım takip edip araştırarak, ülkemizin yakın geçmişine ‘panoramik bir bakış’ sergiledim.
Kaybolduğunu hissettiğim toplumsal hafızamıza bir ışık tutabilmek istiyordum.En büyük isteğim ele aldığım konular hakkında merak uyandırmaktı.
Her şeyin merak duygusuyla başladığına inanıyorum . Bakınız, ‘’Her Yer Vatan Toprağı’’ da merak duygusunun eseridir. Hafızamda asılı anektotları, bilgileri, kanıtlarıyla neyin nerede hangi şartlarda meydana geldiğini merak etme sürecinin ürünüdür.
Dolayısıyla ‘’Her Yer Vatan Toprağı’’ isimli kitabım,
göçü yaşamış, hayata sıkı sıkı sarılmış ve gerçekten yurdumuzun her karış toprağını vatan bilenlerin hikâyesidir.
Kimi ümmetinin davasını sahiplenerek, kimi Osmanlıcılık hayaliyle yetişen, kimi Türkçülük akımına katılan,kimi ittihatçı olan atalarımın hikâyesidir.
Osmanlı’dan günümüze, mutlakiyetten , meşrutiyete ve laik ,demokratik cumhuriyete doğru ilerleyerek demokrasi kültürünü yaratma çabasındaki milletimizin hikâyesidir.
Osmanlı’dan günümüze kadını , erkeğiyle birey olmanın hikâyesidir.
Kadının toplumdaki yerinin, canlı örnekler üzerinden gerçek hikâyesidir.Tek tek ele alınıp incelendiğinde, kadınların kazanımlarının hikâyesidir.
Medrese eğitiminden , tevhid-i tedrisat kanunu çıkarılana kadar eğitim sistemimizde yapılan değişikliklerin hikâyesidir.
Benim yaşadıklarımdan vardığım sonuçlardan, belli konulardaki fikirlerimden aktarmak istediklerimin hikâyesidir.
Açıkçası her birisi kendi içerisinde bir roman olabilecek hikayelere, bütünlüğü bozmamak adına sadece değinmeye çalışma çabasının hikâyesidir.
Kitabımın, ÖZÜNÜ tanıtmaya gayret ettim. Bu günkü program çerçevesinde bu kadarı yeterli buluyorum.
Gaziantep Üniversitesi Göç enstitüsünün daveti ile buradayım.
Dolayısıyla kitabımın bütünü değil, GÖÇ ile ilgili bölümleri seçerek anlatmaya gayret edeceğim.
---
Osmanlı kazandığı topraklara Türk Topluluklarını yerleştirme stratejisini izlemiş.Osmanlı İmparatorluğuna en son katılan, Karamanoğlu Beyliğidir.
Osmanlı , Karamanoğlu Beyliğini kendisine bağladıktan sonra yöre halkını Balkanlara ya da Kıbrıs , Girit Adası gibi yeni kazandığı topraklara göç ettirmiş.
Karamanoğlu Beyliği halkı, en güzel Türkçeyi konuştuğu için göç ettikleri Hıristiyan coğrafyasında Türklüğü ve Müslümanlığı kolaylıkla yayacakları düşünülmüş.Böylece kazanılan topraklarda bir düzen kurulmaya çalışılmış. Osmanlı, Balkanların kaybından sonra, oradan gelen göçleri de düzenlerken iyi bir strateji izlemiş. Örneklerden anladığım şu oldu. Şehirde yaşayanları şehirlere,köylerde oturanlar köylere yerleştirilmiş, bağı bahçesi olanlar ona uygun topraklar verilmiştir.
Annemin ailesi, Konya’dan Karamanoğlu Beyliğinden Balkanlara gönderilen Konyar denilen Türklerinden. Menzilci Şerif Ağa’nın torunları.
Babamın Dedesi de, Konya -Aksaray’ından İsmail Ağa’nın oğlu. Eğitim amacıyla İstanbul’a gelen bir Karaman Türkü. Süleymaniye Medresesinde eğitim alarak müderris oluyor. Annemle babamın evliliği de bu anlamda ilginç bir buluşma.
Babaannem Kırım Harbi ile (1853-1856) kaybedilen topraklarımızdan sürülüp İstanbul’a göç etmiş, Müslüman bir ailenin evladı.1874 yılında İstanbul’da doğmuş. Yani 93 mübadili diye bilinen mübadil guruptan da önce.
Kırım Harbi çok önemli.Osmanlı bu harpten önce ,İngiltere ve Fransa’dan sonra dünyada 3 . GÜÇ
Bu savaştan sonra Osmanlının yerini Ruslar alıyor... Bu savaşı yürütebilmek için Osmanlı devleti, ödeme yeteneğinin çok üstünde borç alıyor.
Sanayi Devrimini de kaçırdığı için bu borçların altından kalkamıyor.
Ardından 1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı yani 93 harbi geliyor.
1881 yılında DÜYÜN-Umumiye idaresinin kurulmasıyla, Avrupalı devletlerin mali denetimi altına girip, ekonomik bağımsızlığını kaybediyor.
93 Harbi yani 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı ile Balkanların yarısı boşalıyor.
Kahramanca savaşan komutan ve askerlerimiz geri çekilirken, yörede kalan Müslüman TÜRK aileler, “kendilerine bu topraklarda hayat umudu kalmadığını” iyice anladı. Geri çekilen ordumuzun peşinden varlıklarını, yaşanmışlıklarını, hayallerini, umutlarını terk ederek; canlarını dişlerine takıp, ne pahasına olursa olsun Edirne’ye, İstanbul’a, Anadolu’ya yerleşmenin çaresini aramaya çalıştılar.
“Beni doğduğum topraklarda ararlarsa gittiler deyin,
Adımızı unutun, artık muhacir deyin.
Bu beyiti her duyuşumda gözlerim yaşarır. Vatanımı kıymetini bir daha hissederim.
Hem annemin büyük dedesi , hem de babamın dedesi 93 Harbi ile ilişkili olduğu için bu konuya girdim.
Babamın dedesi, Filibe’de, Şahabettin Paşa medresesinde Müderris. 93 HARBİ ile İstanbul’a göçüyorlar.
Annemin büyük dedesi Hasan Vasfi Paşa ise o yıllarda, bu Savaşa katılmış bir teğmen .
Kitabımda, diyaloglarla zamanın ruhunu anlattım, bir taraftan da aileyi tanıttım.
HEM BABAMIN HEM ANNEMİN AİLESİNİ ANLATIRKEN
1928 yılına kadar devam eden süreçte ‘’İstanbul ‘’sözünü kullanmadım. Neden ? Çünkü ‘‘Harf devrimi olana kadar İstanbul’a, batıda Konstantinopolis’’ deniyordu..Bu konuya dikkat çekmek istedim.
Harf devriminden sonra , hükümet öyle bir sert tavır sergiledi ki,zarfın üzerinde İstanbul yerine Konstantinopolis yazan mektuplar geri gönderildi. O zaman, Kontantinopolis yazanlar mecburen İstanbul yazamaya başladı.
CUMHURİYETLE NELER KAZANDIK!
BİR DAHA DÜŞÜNELİM İSTEDİM.
Kitabımda ,Türklerin Balkanlar’dan koparılışında, komitacılar eliyle ya da başka şekillerde kanlı olayları nakletmek istemedim. Ancak bu koparılışta , toptan, tüfekten başka neler olduğuna dair, kitabımda yer verdiğim Ömer Seyfettin’in bir hikâyesini burada anlatmak istiyorum..
Hikâyenin adı ‘Tuhaf Bir Zulüm’.
Kepazef adlı bir Bulgar diplomat varmış. Bulgar Prensliği zamanında önce dahiliye memurluğu yapmış, ardından mebus olmuş, birkaç ay sonra da adliye nazırlığına yükselmiş.
Bir akşam, sosyalist Bulgar genci, Türk milliyetçisi arkadaşını Kepazef ile tanıştırmış.
Kepazef tanıştırıldığı kişinin bir Türk milliyetçişi olduğunu öğrenince, ‘Haydi bre! Türk’ten ne sosyalist olur ne nasyonalist’ diyerek kahkaha atmış. İki genç de çok şaşırmış ve ‘Neden böyle düşünüyorsunuz?’ diye sormuşlar.
Kepazef, ‘Bulgar Prensliği teşekkül ettikten sonra, Deliorman Kaymakamı olmuştum. Kısa bir süre içinde de oradaki Türkleri, tamamen onların inançlarını sömürerek, topsuz, tüfeksiz Deliorman’dan sürmüştüm.’ İki genç birbirlerine bakıp, hayretle sormuşlar:
‘Nasıl yaptınız?’
Kepazef
‘Ben Deliorman’a kaymakam olduğumda, bölgede sadece Türkler yaşardı. Bütün komitacılar, Türklere karşı katliam planı düzenlemeye çabalarken ben,
‘Size söz veriyorum, bir damla kan akıtmadan Türkleri buradan göndereceğim’ dedim.
Onlar da sizin gibi şaşırdılar. Bekleyin dedim, göreceksiniz. Ve planımı uygulamaya başladım. Önce Makedonya’dan bir Hıristiyan aileyi Deliorman’a getirttim. Sonra bu aileye el altından para vererek on, on beş domuz beslemelerini sağladım. Zamanı gelince aileye domuzlara yem vermeyip aç tutmalarını ve birkaç gün sonra domuzları sokağa salmalarını söyledim.
Domuzlar kasabaya yayılıp bahçelerde, tarlalarda kendilerine yiyecek bulmak için gezinmeye başlayınca Türklerin hâlini görmeliydiniz.
Hepsi fena halde kızdılar.
Ertesi gün kasabanın ihtiyarları huzuruma geldi. ‘Bulgar domuzları sokaklarda geziyor, çeşmelerin yalaklarından su içip yalakları kirletiyorlar, tarlaları eşiyor, ne varsa yiyorlar. Biz bunlara tahammül edemeyiz’ dediler.
Onlara nasıl keçi, koyun, inek, öküz, tavuk, horoz serbestçe yaşıyor, istedikleri gibi geziyorlarsa, domuzları da Allah’ın yarattığını, hür yaşamanın onların da hakkı olduğunu söyledim. Domuzlardan kurtuluş olmadığını anlayan Türkler birer birer bölgeyi terk etti. Dinleyen gençler, ‘Nasıl bir planmış? Tam inanç sömürüsü’ dercesine acı acı birbirlerinin yüzüne bakmışlar. Bulgar diplomat Kepazef, anlatmaya devam etmiş. ‘Deliorman’ı terk eden köylülerden mallarını, tarlalarını, hükümet adına yok pahasına satın aldım. Buralara Makedonya’dan gelen Hıristiyan göçmenleri yerleştirdim’
Sonraki hükümetler de benim yolumdan gitti. Gördüğünüz gibi Bulgaristan’da çok az sayıda Türk nüfus kaldı’ demiş.”
Yani bir göçler dünyasından, acıklı hikâyelerden bu günlere gelmişiz. Hep birlikte bir Kurtuluş Savaşı verip bu vatana sahip çıkmışız.
Annemin ailesi, Süleyman dedem Selanik’te subay.
Balkan Savaşının ve Selanik’in kaybının ardından III. Ordunun Meriç Nehrinin doğusuna çekilmesi sonucunda Bakırköy’e gelmişler .
Annem 1919, teyzem 1916 İstanbul – Bakırköy doğumlu. Göç olayını bizzat tatmamışlar. Büyüklerinden duydukları derin acılar varsa da, fazla soru sorulmasını hiç istemezlerdi. ‘’Biz olanları unuttuk ,ileriye bakıyoruz‘’derlerdi. Gerçekten Ata olarak kabul edip, değerlerine sahip çıktıkları Mustafa Kemal Atatürk’ün ‘’Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır’’ sözüyle cevap verirlerdi. Ancak, I. Dünya Savaşı yıllarında ekonominin ne kadar dar boğazda olduğunu, annelerinden duydukları kadarıyla anlatırlardı.
‘’Her Yer Vatan Toprağı’’nda o günleri anlatırken zihnimdeki gerçek anektotları ,bilimsel bir zemine oturtarak kitabımda dialoglarla anlattım.1915-1916 lı yıllar.
Anneannem, Süleyman dedem, Süleyman dedemin annesi,Süleyman dedemin kızkardeşi ve erkek kardeşiyle ,olabildiğince sorunsuz olarak İstanbul’a geliyorlar.Süleyman dedem, Yeşilköy’de Dersaadet Şimendifer Mektebinde görevli bir subay. Burası, demiryollarımıza haberleşme ve teknik eleman yetiştiren yatılı bir okul.
Bakınız bu konu açılmışken biraz da Demiryollarımızın millileştirilmesine değinmek isterim.II. Meşrutiyet ilan edilip İttihat ve Terakki Partisi seçimle iş başına gelince, birçok alanda millileştirme politikası izlemeye başlıyor.
O yıllara kadar Demiryollarımızı İngilizler, Fransızlar, Almanlar işletmiş. Demiryollarımızda para birimi olarak ‘’Mısır Lirası’’kullanılmış.
Acıklı bir durum tabii.
‘’Her Yer Vatan Toprağı’’nda bu acıklı durumu iyice anlatmaya çalıştım.
Şimdi konuyu dağıtmadan –GÖÇ- ile devam ediyorum.
Dolayısıyla bizimkiler Bakırköy’e yerleşiyor.. Süleyman dedem Serficeli. Seficelilerin çoğu da Bakırköy’e yerleşmiş.
İnsanların tespih tanesi gibi dağıldığı zorlu günlerde ,memleketlilerin bir arada olması muhakkak ki güven verici.
O günlerin ekonomik –sosyal koşullarını kavrayabilmek için şunları anlatabilirim.
Evin idaresi Süleyman dedemin annesinin kontrolünde.
Süleyman dedem Dersaadet Şimendifer Mektebinde nöbetçi olmadığı günlerde eve geliyor.
Annesi de ona pilavıyla etiyle tam teşekküllü sofra kurabiliyor.
Hafta arası, gelinine, kızına, evdeki oğluna yumurta, peynir, hamur işleri yediriyor. Pahalılık son derece artmış. 1 kuruşluk mal 300 kuruş olmuş.Balkanlardan göç edenler ardı ardına geliyor.Gelenler sokaklarda, yangın yerlerinde kurulan çadırlardayokluk ve sefalet içinde yaşıyorlar.Süleyman dedemin annesi çadırdakilere hergün emireriyle yemek gönderiyor. Bazen kendisi de gidiyor.Konu komşudan aldığı duyumları geliniyle paylaşıyor.((’’etrafta olup biten, yol kesme, adam soyma, hırsızlık vakalarının bu garipçiklerden olduğunu söylerler . Ama söyledim onlara , hepsi de mecburiyetten göç etti. Sizin paranız vardı erken geldiniz. Onların da memlekette işleri aşları vardı ‘’dedim. Aslında bütün mesele yokluk kızım,yokluk.’’))
Bu satırlarla bir önce gelenin bir sonra geleni göçmen saydığı bir algı yaşandığı hakkında farkındalık yaratmaya çalışıyorum.
Süleyman dedem erkek kardeşini bir ustanın yanına çırak olarak yerleştiriyor.Bir süre sonra usta,kimsede para olmadığını artık para kazanamadığını,çırağa haftalık veremeyeceğini söyleyip, ‘’Çocuğu yanımdan alın,beyim’’diyor.
Süleyman dedem,’’ben onun haftalığını sana veririm.Sen de ona verirsin. Yeter ki kardeşim yanına gidip gelsin. Erkek çocuk boş gezemez’’diyor.
Neticede kardeşinin boş zaman geçirmemesini temin edebiliyor.
Çok şükür şimdi o günler bitti. Bu vatanın, bu milletin kıymetini bilelim.
GÖÇ- Türk Dil Kurumu Sözlüğünde anlamı çok geniş bir ifade –
Bir semtten diğerine taşınmak dahi – göç- kavramının içinde.
Her yer değiştirmenin maddi manevi zorluklar taşıdığı muhakkak ama zorunlu göçlerin yanında, farklı bir değerlendirmeye tabii tutulduğu da bir gerçek.
Ailemiz bu örneklerle dolu,
Kadı dedem ölmüş, yıllar 1930 lara yaklaşmış.
Amcam,İstanbul’da Tıbbiye’yi bitirdikten sonra Sinop’un Ayancık Kazasına tayin oluyor. Babaannem, en küçük iki evladını yanına alarak oğluna eşlik ediyor.
İstanbul’dan , önce Sinop’a oradan Ayancık’a gidecekler. Sinop’tan Ayancık’a olan yolculuk eşek sırtında yapılıyor.
Bir eşeğin sırtına dr. Şakir, diğerine annesi biniyor. İki çocuk ta başka bir eşeğe konulan küfelerde Ayancık’a varıyorlar. Sonra dr.Şakir Paris Sorbon Üniversitesinde Adli Tabip ve ruhiyat ihtisası yapıyor.Bitirdikten sonra önce İzmir Memleket Hastahanesine tayin oluyor. Babaannemde evini İstanbul’dan İzmir’e taşıyor.Daha sonra amcam, Samsun’da Adli Tabiplik görevinde iken bizzat Mustafa Kemal Atatürk’ün imzaladığı bir genelge ile Afganistan Kabil Üniversitesine ‘’Tababeti Adliye ve ve Ruhiyat Profesörü ‘’olarak gönderiliyor.
Amcam, İstanbul’da okurken ailesi Erzincan’da. Sonra doktor olunca, Ayancık, Fransa, İzmir, Samsun, Afganistan-İstanbul, Hep göç- hep gurbet
Kadı dedem Mehmet Fevzi Efendinin de tayin olduğu yerleri ard arda sıralayıca tam 11 bölge çıktı. Bir Balkanlar bir Anadolu şeklinde sıra takip ettiğini gördüm.
Bozcaada ,Edirne,Kosava Vilayeti Taşlıca Sancağı, Eskişehir, Pirepol, Adana Vilayeti Kozan Sacağı, Ohri yakınlarında Dethuna Kazası, Erzurum Vilayeti Erzincan Sancağı, Hayfa, Bursa, Doğu Bayazıt’ta görev yapıyor. Tam 11 farklı yer.63 yaşında vefat eden birisi için ne kadar fazla değil mi?
Askerlerin ve Yüksek tahsil gören devlet memurlarının ne kadar- göç-halinde olduklarını bu saptama ile göstermek istedim. Günümüzde,aynı durum devam ediyor.
Buna çok sevinmeliyiz. Yoksa ışık başka türlü nasıl yayılacak, ülkemiz nasıl aydınlanacak?
‘’Her Yer Vatan toprağı’’nda takvimler 1933 ü gösteriyor..
Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti,Cumhuriyetin 10. yılında herbiri birbirinden kıymetli devrimlerden biri daha gerçekleştiriliyor.
Gerçek bir üniversite eğitiminin var olan bilgilerin aktarılması değil,öğrencilerin düşünme gücü ve yetilerinin geliştirilmesine dayandırılmalıdır’’prensibinden hareket ediyor..
1453 yılından itibaren hizmet veren yüksek öğrenim kurumu ‘’Darülfûnun kapatılıyor.
Daha doğrusu yepyeni bir kadro ve rektör,dekan ,fakülte kavramları ile yapılandırılan İstanbul Üniversitesi kuruluyor. Ankarada ise Ankara Yüksek Ziraat Enstitüsü kuruluyor. İşte Babam Ömer Tural da Ankara’ da bu fakültenin ilk mezunlarından oluyor.
Annem Perihan Pala Karşıyaka Kız Öğretmen Okulundan mezun , ilkokul öğretmeni.
1941 yılında -FİLİM GİBİ –başlığıyla isimlendirdiğim gibi, Perihan Pala ile Ömer Tural evleniyor. Yine memuriyet dolayısıyla Akhisar-Muğla-Kuşadası-Malatya –İzmir- İstanbul- Gaziantep illeri arasında yurt içi göçleri yaşıyorlar..Çocukları oluyor. İstanbula gelince 1957 yılında ben dünyaya geliyorum.
KONUMUZ – GÖÇ – OLDUĞU İÇİN BUNDAN SONRASINI BU SÖYLEŞİMDE ANLATMIYORUM.
Ama ilginizi çekecek pek çok konu olduğunu söylemeliyim. 68 Kuşağından Hippy’lere, Kıbrıs barış harekatından , Üniversitedeki boykotlara ,Avşa adasındaki güzel günlerden, Madımak Oteli faciasına . . .
Başta söylediğim gibi ,kendimin yaşadığı olayları da merak duygusuyla inceledim. Neyin nerede niçin yapıldığını öğrendim, yazdım.
İzninizle biraz da farklı siyasi görüşteki aile bireylerinden bahsetmek isterim.
Annemin dedesi , Mustafa Kemal Atatürk’ün belagat hocası Hasan Vasfi Paşa .
Babamın Babası Hukuk Medresesi mezunu Kadı Mehmet Fevzi Efendi.
Doğum tarihleri birbirine yakın olan bu iki zat , yetişme şekilleri ve dünya görüşleri çok farklı olduğundan, II. Meşrutiyete de, arkasından gelen 31 Mart Vakkasına da bakışları birbirinden tamamen farklı bakıyor.
Kadı dedem , Arapça , Farsça, Rumca, Fransızca okur-yazar ve konuşurdu. Hukuk Medresesi eğitimi almıştı. Mutlakiyeti sonuna kadar savunurdu.Seçimle gelen meclisin yarar değil zarar getireceğini düşünürdü.
Asker büyük dedem ise, eğitim sistemimizde ilk modernleşen okullar olan Askeri Akademiden mezun . Fransızca ,Almanca bilen Yenileşmeye , çağdaşlaşmaya açık birisi.
Meşrutiyeti ve seçimle gelen meclisi sonuna kadar savunuyor. Osmanlıcılık mı Türkçülük mü diyerek düşünüyor.
Günümüzde de aynı akımlar devam ediyor.
’’Her Yer Vatan Toprağı’’nda ,Cumhuriyet sonrası gelişen akımları da diyaloglarla anlattım.
Mutlakiyetten ,maşrutiyete, laik demokratik Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kuruluşuna ,çok partili siyasi hayata geçişimize ve demokrasi kültürümüzü oturtma çabamızı,bu çabanın kesintiye uğramasını aile kronolojisi çerçevesinde anlattım.
Fikirler elbette başka başka olacaktır.
Unutmamak lazımdır ki ,çağdaş uygarlıklarda yer alabilmek için demokrasi ile yönetilmek ve demokrasi kültürüne erişmek lazımdır. Demokrasi sandıkta oy kullanmakla başlar, yasama , yürütme, yargı bağımsızlığı ile devam eder. Ancak nazik, bir süreçtir. Ve unutmayalım ki bütün kurum ve kurallarıyla demokrasinin işleyebilmesi ,halkın bu kültürü benimsemesiyle mümkün olacaktır.
Herkesin birbirini sevmesinin mümkün olmadığını biliyorum. Ama mümkün olan şey, birbirimizin ne dediğini anlamak için saygı ile dinlemektir. Bunu başarırsak, birbirimizi anlar, değişmemiz gereken yerlerimizi değiştirebiliriz.
Ben farklı görüşlere sahip aile bireylerimin hepsinin de vatanlarını çok sevdiğini gördüm, duydum, dinledim..
Son sözlerimi özellikle gençlerimize söylemek isterim.
Geçmişimizi bilmeli, geleceğimizi ona göre şekillendirmeliyiz.
İnternet harika bir teknoloji.
İstediğimiz soruyu sorup, cevap alabiliyoruz.
Bilgileri çok yerden okuyarak analiz etmeliyiz.
Kendimize bir hayat görüşü oluşturmalıyız.
Modernleşmeyi anlayamaz, geçmişimizi bilmezsek, dejenere oluruz, gelecekte kayboluruz düşüncesindeyim.
‘’Her yer vatan toprağı’’ ile okuyucularımın hepsine ama özellikle gençlerimize yakın geçmişimize biraz da olsa ışık tutabildiysem ne mutlu bana !!
Huzurlarınızdan ayrılırken,bu konferansı düzenleyerek beni sizlerle tanıştıran GAÜN , Göç Enstitüsü Başkanı PRF. Zeynel Özlü Beyefendiye , bu yayında emeği geçen herkese tekrar teşekkür eder, beni dinlediğiniz için hepinize saygılarımı ve teşekkürlerimi sunarım.
Kaydı izlemek için aşağıdaki bağlantıyı açın: