DÜNYAYI KİM YÖNETİYOR?

DÜNYAYI KİM YÖNETİYOR?

Bu yazıda dünya ekonomisine yön veren, bu anlamda bir nevi uluslarüstü (supranational) bir kurum diye tanımlanabilecek, ABD Merkez Bankası FED incelenmektedir.

 

Her ülkede ekonominin yönetilmesinde temel kurum olan bir merkez bankası vardır.

Bu yazıda dünya ekonomisine yön veren, bu anlamda bir nevi uluslarüstü (supranational)  bir kurum diye tanımlanabilecek, ABD Merkez Bankası FED incelenmektedir. 

Dünyada  ülkelerin tamamı 2022 yılında 100,1 trilyon dolar tutarında mal ve hizmet üretmiştir (IMF WEO, October 2023).

Diğer bir deyişle 2022 yılında dünyada  100 trilyon dolarlık gelir yaratılmıştır (Küresel Toplam Gelir). 

2022 yılında ABD’nin ürettiği mal ve hizmet miktarı 25,5 trilyon dolar, ikinci sıradaki Çin’in üretimi 17 trilyon dolar olmuştur (Türkiye’nin ki ise 906 milyar dolardır). 

ABD’nin dünya ekonomisindeki payı yaklaşık yüzde 25, Çin’in ise yüzde 17’dir. 

Rakamlardan görüldüğü üzere dünya ekonomisine yön veren ana ülke ABD’dir.  Bu anlamada ABD ekonomisinde meydana gelen her olay Dünya ekonomisini de etkilemektedir. Etkinin gücünü anlatabilmek için şu ifadeyi kullanmak hata olmayacaktır; “ABD öksürse dünya hasta olmaktadır”. 

Aslında ABD her ne kadar Dünya ekonomisini domine etse de zaman içinde gücünü yavaş yavaş kaybetmektedir.

Çin ekonomisi ABD ekonomisine görece daha yüksek büyüme hızıyla ABD ekonomisine gittikçe yaklaşmaktadır. 

Çin Ekonomisi, 1979 yılında uygulamaya başladığı serbest pazar ve dünya pazarına entegrasyon politikaları ile dünyanın en hızlı büyüyen ekonomileri arasında yerini aldı.  2001 Aralığında Dünya Ticaret Örgütüne de kabul edilmesiyle bu yüksek büyüme hızlarını 2000’li yılların başlarında da sürdürdü. 

Dünya Bankası tarafından “Dünya tarihinin en hızlı sürdürülebilir büyüyen ekonomisi” olarak da anılan Çin, gerçek anlamda her 8 yılda bir ekonomisini 2 katına çıkardı. Bu üssel büyüme ile 1997 yılında “düşük gelirli ekonomi”den “orta gelirli ekonomi”ye, 2010 yılında ise “yüksek-orta gelirli ekonomi” kademesine yükseldi.

Ancak son yıllarda Çin ekonomisinde kovid olaylarının getirmiş olduğu kapanmaların ve yurt dışı talepteki azalmaların yanında, ekonominin dörtte birini oluşturan inşaat sektöründeki ciddi sıkıntılara, yerel yönetimlerin yüksek borç miktarlarının da eklenmesiyle ekonominin büyüme hızında bir düşüş ortaya çıktı. 

1990’lı yıllarda ve 2000’li yılların başlarında yüzde 10’ların üzerinde büyüyen Çin ekonomisinin büyüme hızı 2023 yılında yüzde 5,4’e kadar düştü. 2024 yılında daha da düşmesi beklenmektedir. Genç işsizliği de gittikçe artmaktadır.

Çin’de ortaya çıkan bir diğer sıkıntı da yabancı sermaye girişlerindeki azalmadır. Batı ülkeleri Çin’e olan güvenlerindeki zayıflama nedeniyle artık Çin yerine Hindistan’ı tercih etme eğilimine girmişlerdir. 

Bu gelişmelere rağmen Çin ekonomisi hâlâ ABD ekonomisine nazaran daha yüksek büyüme hızına sahiptir. Bu nedenle yakın gelecekte Çin ekonomisinin ABD ekonomisini yakalaması ve geçmesi beklenmektedir. 

Güç kaybetmesine rağmen hâlâ Dünya ekonomisinin dörtte birini teşkil eden ABD ekonomisi Dünya’ya yön vermeye devam etmektedir ve uzun bir süre daha vermeye devam edecektir.

ŞİMDİ ESAS NOKTAYA GELELİM: FED

Amerikan Merkez Bankası, ABD’nin  tüm para politikasını yöneten ve mali sistemin istikrarının sağlanmasına ve idame ettirilmesine yardımcı olan sistem ve kurumdur.

Asıl adı Federal Reserve System (Federal Rezerv Sistemi), ya da herkesin kullandığı kısaltma ifadeyle, FED’dir.

FED ülkenin para politikasını yönetir ve bu bağlamda, ABD mali sisteminde, istikrarın sağlanmasında ve sürdürülebilmesinde çok önemli bir işlev görür. 

FED, bilinen anlamda tipik bir merkez bankası kimliğinde değildir. 

Tam anlamıyla özerk ve kendine özgü, son derece özel bir yapıdadır. ABD’nin para ve maliye politikalarına doğrudan etki etmesinin ötesinde, küresel bağlamda da, ülkelerin para ve maliye politikalarını etkilemektedir.

Küresel çerçevede tüm ekonomiler, özellikle de yükselen piyasalar (gelişmekte olan ülkeler), politikalarını FED’in kararlarına ve uygulamalarına göre ayarlamaya ve plânlamaya çalışmaktadırlar. Diğer yandan da, ekonomik ve mali istikrarlarını sürdürebilmek için, FED’i çok yakından ve güncel olarak izlemektedirler.

FED’in ABD piyasasına vermekte olduğu likidite miktarını (nakit ve anında nakde dönüşebilecek değerli varlıklar) ve faiz oranını değiştirmesi tüm dünyayı, özellikle de Gelişmekte Olan Ülkeleri çok etkilemektedir. 

FED’in dünya ekonomisini etkileme gücü o kadar büyüktür ki dolar likiditesini ve faiz oranını DEĞİŞTİRECEĞİNİ AÇIKLAMASI bile dünyada ciddi etkilere neden olmaktadır.

Bunun en somut örneğini  22 Mayıs 2013 tarihinde dönemin FED Başkanı Ben Bernanke’nin açıklamaları sonrasında görüyoruz. Bernanke Kongrede yaptığı konuşmada 2008 Krizi nedeniyle FED’in piyasaya vermekte olduğu parasal genişleme desteğini 2013’ün sonuna doğru azaltacağını ve 2014 yılında sonlandıracağını açıklamasıyla birlikte, dünyada bir panik havası doğmuş, Türkiye dâhil bütün gelişmekte olan ülkelerden ABD’ye doğru sermaye çıkışları başlamış, bu ülkelerin paraları dolara karşı değer yitirme sürecine girmişlerdir. 

Türkiye ekonomisinin son 15 yılına baktığımızda, 2011 yılında yüzde 11’i bulan bir büyümeyle 2008 Krizinin etkisini atlatmış bulunan Türkiye’nin, Bernanke’nin konuşması sonrası 2014 yılından itibaren yabancı sermaye çekmede zorlanması nedeniyle sıkıntılı bir döneme girdiği görülmektedir.

PEKİ ABD EKONOMİSİNİN DAHA DOĞRUSU ABD’NİN BU GÜCÜ NEREDEN GELMEKTEDİR? 

Sorunun cevabı; ABD’nin İkinci Dünya Savaşı sonrasında dünyaya empoze ettiği, dünyada dolara bağımlı olarak yaratmış olduğu uluslararası para sisteminden gelmektedir. 

Bu sistem 1944 yılında 44 ülkenin imza attığı Bretton Woods sistemidir. Bu sistem sayesinde dolar; bütün ülkelerin tanıdığı, ülkelerarası ticarette ödeme aracı olarak kabul ettiği bir para birimi olmuştur. 

Ayrıca sistem, ülkelerin dış ticaretlerinde açık vermeleri durumunda ödeme yapabilmek için ihtiyaten (rezerv olarak) dolar biriktirmesine dayanıyordu. Bütün merkez bankaları kasalarında rezerv amaçlı dolar tutmaya başlamışlardı. 

Bretton Woods sisteminde dolar altın cinsinden tanımlanmıştı. 1 dolar 0,88867 gr. altın olarak belirlenmişti. Ülkeler ellerindeki dolarları FED’e götürdüklerinde karşılığı olan altını alabiliyordu. Dolar basma yetkisi FED’e aitti. 

Başlangıçta iyi işleyen, dünya ticaretini artıran bu sistem daha sonra ABD’nin bu yetkiyi suistimal etmesiyle sıkıntıya girmiştir. FED kasasındaki altın miktarı sabitken Marshall Yardımları, Kore Savaşı, Vietnam Savaşı gibi harcamaları yüzünden büyük bütçe açıkları vermeye başlayınca bu açıkları finanse etmek için fazladan dolar basmaya başlamıştır. 

Bu ise doların altın karşılığının azalması, doların değer yitirmesi sonucunu doğurmuştur. 

Bu durumdan endişelenen Avrupalı ülkeler (özellikle 1965 yılında Fransa) FED’e ellerindeki doları getirerek karşılığı olan altınları almaya başlayınca, ABD elindeki altınları kaybetmekten korkarak 1971 yılında doların altına çevrilebilme özelliğine son vermiştir. 

Doların altın konvertibilitesi sonlandırılmasına rağmen sistem 2 yıl daha böyle sürdürülmeye çalışılmış, nihayetinde 1973 yılında doların değerinin belirlenmesinde altına olan sabitlenmesinden vazgeçilerek doların değeri serbest dalgalanmaya bırakılmıştır. 

Bu şekilde doların değerinin altına göre değil dünyadaki uluslararası arz ve talebine göre belirleneceği açıklanmıştır.

Doların dünyada daha da güçlenmesi 1975 yılına dayanmaktadır. 

Bu tarihte ABD Suudi Arabistan’la gizli bir anlaşma yapmıştır. Bu anlaşmanın görüşmelerini yürüten ve anlaşmanın yapılmasını sağlayan ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger’dır. ABD, Suudi Arabistan’ın Orta Doğuda güvenliğini sağlamak karşılığında, petrolünü sadece dolarla satmasını ve bunu da diğer petrol üreticisi, satıcısı devletlere kabul ettirmesini istemiştir. 

ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger’ın şu ifadesi ABD’nin ana görüşünü yansıtmaktadır;

“Gıdayı kontrol eden insanları kontrol eder, petrolü kontrol eden enerjiyi kontrol eder ve doları kontrol eden dünyayı kontrol eder”.

Bu gizli anlaşma sonucu dünyanın en önemli enerji kaynağı ve emtiası olan petrol dünyada sadece dolar ile satılmaya başlanmıştır. Dünyadaki en önemli emtianın dolarla satılması, dünya ticaretine konu olan başta altın olmak üzere diğer malların da dolarla satılması sonucunu doğurmuştur. 

Böylece dolar dünyada en çok aranan, en çok kabul edilen, bu nedenle de dünyanın en güçlü parası konumuna gelmiştir. Bütün ülkelerin merkez bankalarında rezerv para olarak kasalarında dolar tutulmaktadır.

IMF verilerine göre 2023 3. Çeyrek itibariyle ülkelerin merkez bankalarındaki rezerv para toplamı 11 trilyon dolardır. Bu rezervlerin yüzde 59,2’si ABD doları, yüzde 19,6’sı euro, yüzde 5,5’i Japon yeni,  yüzde 4,8’i İngiliz sterlini, yüzde 2,4’ü Çin yuanıdır.

Son swift verilerine göre Dünya’daki uluslararası mal ve hizmet ticaretinde doların payı yüzde 46’dır.

AMERİKAN MERKEZ BANKASI FED’İN KURULUŞU

FED, ABD Ulusal Kongresi tarafından 23 Aralık 1913 yılında kurulmuştur. 

FED tek bir merkez bankasından oluşmamaktadır. ABD’nin çok sayıda ticari bankaya sahip olması, federal bir yapıda bulunması ve ülkenin tek bir merkez bankası yapısına olumsuz bakışı FED’in 12 bölgeye ayrılmasına neden olmuştur. Böylece 12 tane “Federal Reserve Bank” dan oluşan bölgesel bir merkez bankaları sistemi teşkil edilmiştir.

FED’in merkezi Washington’da bulunmaktadır. Bir Yönetim Kurulu Başkanı ve 7 Yönetim Kurulu Üyesi mevcuttur. FED,12 bölgesel FED Başkanının da katılımıyla normalde yılda 8 kere toplanır. İhtiyaç halinde bu sayı artırılabilir. 

Bu toplantılara 12 bölgesel FED başkanı da katılmasına rağmen sadece 5 tanesi oy kullanma hakkına sahiptir. Bu 5’li içerisinde New York FED başkanı her zaman oy hakkına sahip iken diğer 4 başkan ise 11 başkan arasından değişmeli olarak seçilir ve oy kullanırlar. (toplam kullanılan 13 eşit oy).

Amerika 1906 yılında büyük San Fransisco depremini yaşamıştır.  Ülke bu anlamda sancılı bir süreç geçirmiştir

Bu tarihten 1 sene sonra 1907 yılında ekonomi literatürüne “1907 Paniği” olarak geçen finansal kriz, ABD merkez bankası FED’in kurulmasına neden olan kriz olarak görülür. 

1907 yılında Wall Street’te likidite sıkışıklığı (nakit sıkışıklığı) nedeniyle yaşanan ağır bir finansal kriz, köklü bankaların batmasına, birçok bankanın mevduatları dondurmasına ve bankacılık sektöründe büyük bir işsizliğe sebep olmuştur. 

Krizin ana nedeni; o günlerde ABD’de bir para otoritesinin olmaması nedeniyle para politikasının kontrolsüz bir şekilde kullanılmasından dolayı, finans piyasasında yeterli likidite kalmamasıdır. 

Piyasalarda bir para otoritesi, herhangi bir düzenleyici kurum ve yasal çerçeve olmadığı için, 2 büyük kuruluş fırsattan istifade ederek piyasada tekel olmak üzere girişimde bulunmuşlardır. Ancak çabaları başarısızlıkla sonuçlanır. Kendileri ve kendilerine bağlı şirketler birlikte iflas ederler. Bu durum piyasalarda nakit sıkışıklığına neden olur. Nakit sıkışıklığı yüzünden halk paralarını çekmek üzere bankalara hücum eder. Bankalarda yeterli nakit para olmaması nedeniyle bir çok banka batar. Bu oluşan panik durumu New York borsasının da yüzde 50 düşmesine sebep olur. 

J.P. Morgan (John Pierpont Morgan) adlı çok zengin bir banker ve sanayicinin diğer zengin bankerlerle birlikte bankalara adeta bir merkez bankası gibi geçici olarak likidite sağlamasıyla krizi geçiştirmek mümkün olabilmiştir.

Merkez bankasının olmamasından ötürü, o dönemin zengin ve ileri gelen işadamı J.P. Morgan, bugünkü Citibank’ın temelini atan National City Bank’ın başkanı James Stillman ve First National Bank’ın başkanı George Baker, resmi olmayan bir ekip oluşturarak, servetlerinden oluşturdukları fonu sıkıntı içerisinde olan ulusal bankalara dağıtmışlardır. Böylece birbiri ardına devam eden bir kurtarma süreci başlamıştır. 

Daha sonra Morgan ve arkadaşlarının arasına, Amerika’nın en varlıklı adamı John D. Rockefeller da katılmıştır. National City Bank’a 10 milyon dolar kredi veren Rockefeller, halkı sakinleştirmek ve güven kazanmak için, “servetinin yarısını Amerika’nın itibarını korumaya adayacağı” açıklamasında bulunmuştur. 

ABD Hazine Bakanı George Cortelyou’nun devlet fonlarını da kanalize etmeye başlamasıyla, kriz aşılmaya çalışılmıştır. 

1907 yılında başlayan ve süregelen finansal panikler ABD’de bir bankacılık ve kur politikası düzenlemesine olan ihtiyacı ortaya çıkarmıştır. 

Bu kriz, bankacıları ve politikacıları ciddi bir şekilde çözüm aramaya yöneltmiştir. İşte bu amaçla çalışmalar ve temaslar başlamıştır. 

Kongre, bu görevi senatör Aldrich'e verdi.

Aldrich, Banker J.P. Morgan'ın çok yakın arkadaşıydı. Senatör aynı zamanda kızı ile evli olan John D. Rockefeller’ın da kayınpederi idi. 

1910 yılı Kasım ayında senatör Aldrich, Morgan, Rockefeller, Avrupadan Rothschild ve Warburg ailelerinin temsilcileriyle Jekyll adasında gizlice toplanarak, “Aldrich Plânı” adı verilen bir plân oluşturmuşlardır. Bu çok gizli toplantı hiçbir zaman açıklanmadı. Ancak tek bir siyasetçinin bile yer almadığı bu toplantıda alınan kararlar daha sonra bir bir uygulanmıştır.

Söz konusu plân Kongrede reddedilmesine rağmen, benzer bir kanun olan “Federal Reserve Act”  23 Aralık 1913 tarihinde herkesin Noel tatilinde olmasından istifade ile alelacele  Kongreden geçirilmiş ve bir saat sonra da, Başkan Wilson tarafından imzalanarak yasalaşmıştır.

Bu yasaya göre Amerika genelinde 12 tane bölgesel Federal Rezerv Bankası kurulacak ve bunların ortakları, bulundukları bölgelerdeki ticari bankalar olacaktır (bu ticari bankaların da sahipleri ülkelerin önde gelen banker aileleridir). 

İŞTE BU NOKTA ÇOK ÖNEMLİDİR; 12 Bölgesel FED’in ortakları bölgedeki ticari bankalar, ticari bankaların da sahipleri aşağıda sayacağımız meşhur ailelerdir.

ABD Başkanı tarafından atanan ve Senato tarafından onanan bir FED Yönetim Kurulu ise, hem bu 12 Bankanın koordinasyonunu sağlayacak, hem de ulusal para politikasını yürütecektir. 

1913 yılında çıkarılan yasayla, Amerikan Kongresi, para basma yetkisini, kendisinin sahibi olmadığı bir merkez bankasına devretmiş, dolayısıyla dünyayı yöneten bankacılar istediklerini elde etmişlerdir.

Olayı fark eden Kongre Üyesi Mc Fadden, "Burada bir dünya bankası sistemi kuruluyor, uluslararası bankerler tarafından kontrol edilen bir merkez bankası. Beraber hareket edip kendi ihtirasları için dünyayı köleleştiriyorlar. Devlet, federal banka tarafından gasp ediliyor" diyerek uyarı yapıyordu.

Mc Fadden bu uyarıyı yapmasından birkaç gün sonra yediği yemekle zehirlenip öldü.

Artık Amerika ve dünya, küresel para birimi olan “DOLAR”ın emrindeydi. Ama dolar da 12 Federal Rezerv Bankasının kontrolündeydi.

Bankacılar istediklerini elde etmişlerdi. Artık ülkeyi istedikleri gibi yönetebileceklerdi. Zaten Rothschild ailesinin en büyük oğlu Anselm "bana bir ülkede para basma yetkisini verin, yasaları kimin yaptığı artık beni ilgilendirmez" demişti.

12 bölgesel FED bankasının sahibi 8 ailedir. Bu ailelerden dördü ABD’de, dördü ise ABD dışında yaşamaktadır.

ABD’ de yaşayan 4 Aile şunlardır;

1. Rockefeller Ailesi

2. Goldman Sachs Ailesi

3. Lehman Brothers Ailesi

4. Kuhn Loebs Ailesi

ABD dışında yaşayan 4 Aile ise aşağıdaki gibidir;

1. Rothschild Ailesi (The Rothschilds Banks of Paris, Berlin and London)

2. Warburg Ailesi (Warburg Bank of Hamburg, Germany and Amsterdam )

3. Lazard Ailesi (The Lazard Brothers of Paris)

4. Moses Sieff Ailesi (The Israel Moses Sieff of Rome)

Aşağıdaki 10 banka ise ABD’ deki 12 FED’in tümüne yakınını kontrol etmektedir;

1. NM Rothschild of London

2. Rothschild Bank of Berlin

3. Warburg Bank of Hamburg

4. Warburg Bank of Amsterdam

5. Lehman Brothers of New York

6. Lazard Brothers of Paris

7. Kuhn Loeb Bank of New York

8. The Israel Moses Sieff  Banks of Italy

9. Goldman Sachs of New York

10. J.P. Morgan Chase Bank of New York

ABD’deki tüm FED’lerin en büyük hisselerine David Rockefeller, Rothschilds, Paul Warburg, Jacob Schiff ve James Stillman aileleri sahiptir. 

Bu aileler hissedar olmalarına rağmen oy hakları yoktur. Ancak oy hakkı olmamaları, bu 12 bölgesel Federal Bankayı etkileyemedikleri anlamına da gelmemelidir. 

Bunlardan Rotshchild 1 numaradır, 2 numara Rockefeller, 3 numara Warburg ailesidir. Bu anlamda sisteme hâkim olan saç ayağı bu ilk üçüdür.

Diğer önemli bir nokta da Ailelerin 12 Bankada sahip oldukları söz konusu hisseler, başkalarınca ya da borsalarda satın alınamaz, el değiştiremez, yalnızca servet olarak veraseten intikal edebilmektedirler.

FED’İN ÖZERKLİĞİ

FED, vergi ödememesine, para basabiliyor olmasına, yurt dışında banka açabiliyor ve para gönderebiliyor, kendi devletine borç verebiliyor olmasına, para arzını, faizleri, enflasyonu, resesyonu, depresyonu kontrol edebiliyor olmasına rağmen; statüsü gereği kimseye hesap vermek zorunda olmayan özel ve özerk bir yapıdadır. 

FED bu anlamda, kimsenin müdahale edemediği tamamen bağımsız bir kurumdur. Kendi başına kapalı kapılar ardında karar alabilmektedir. Bu kararlar ne Beyaz Saray ne de Kongre tarafından onaylanmak zorunda değildir. 

FED Başkanı ve Yönetim Kurulu Üyelerini Amerikan Devlet Başkanı atamaktadır. Ancak bu atamaların senato tarafından da onaylanması gerekmektedir. 

İlk bakışta dışarıdan müdahalenin olmadığı, makul bir durum gibi görülse de gerçek oldukça farklıdır. Çünkü atamaları onaylayacak olan senatörlerin seçiminde bölgesel FED bankalarının hissedarı olan ticari bankalar etkili olabilmektedir. 

İşte olayın özü buradadır; Ticari bankaların sahibi olan ünlü aileler yasalar izin verdiği için seçim dönemlerinde senatör adaylarının kampanyalarına milyar dolarlara varan bağışlar yaparak hangi senatörlerin seçileceğini belirleyebilmektedir. 

Bu ailelerin seçilmelerini sağladıkları senatörler de ABD Başkanı tarafından atanmış olan FED Başkanı ve Yönetim Kurulu Üyelerinin Senatoda onaylanmasında oy kullanmaktadır. 

Bu çerçeveden bakıldığında ailelerin istemedikleri kişilerin FED Yönetiminden onay almasının zor olduğu görülecektir. ABD Başkanı da yapacağı atamalarda bu gerçeği hiçbir zaman göz ardı etmemektedir.

SONUÇ OLARAK 

ABD’yi yöneten kişileri seçenler bu ailelerdir. ABD’nin de dünyayı yönettiği dikkate alındığında aslında dünyayı yönetenlerin bu aileler olduğunu söylemek hata olmayacaktır. 



Anahtar Kelimeler: DÜNYAYI YÖNETİYOR?