Covid-19 ile savaş/mücadele stratejimiz bugün itibarıyla nedir?Anlaşıldığı kadarıyla geldiğimiz noktadaki stratejimiz verileri ortadan kaldırmak. Bu mümkün değilse salgını değil ama rakamları kontrol altına almak...
Türk Dil Kurumu, strateji kelimesini, "Bir ulusun veya uluslar topluluğunun, barış ve savaşta benimsenen politikalara destek vermek amacıyla politik, ekonomik, psikolojik ve askerî güçleri bir arada kullanma bilimi ve sanatı" olarak tarifliyor.
Eskilerin deyimiyle sevkülceyş. Gönderme ve ordu kelimelerinin hercümerç hali.
Nişanyan Sözlük'e göre Fransızcada ordu yönetme sanatı, Antik Yunan'da kumandanlık, ordu ve sevk etmek kökenlerine dayanan bir aksiyon hali.
Bu topraklardaki tıp algısını layıkıyla tarifleyen verem "savaşı" gibi.
Değişen Strateji
Pekiyi ama Covid-19 ile savaş/mücadele stratejimiz bugün itibarıyla nedir?
Anlaşıldığı kadarıyla geldiğimiz noktadaki stratejimiz verileri ortadan kaldırmak. Bu mümkün değilse salgını değil ama rakamları kontrol altına almak...
Bir gecede yoğun bakım ve entübe hasta sayılarının uçup buharlaşması ya da yeni tanı konulan hasta sayısının her daim "psikolojik sınır" olarak tanımlanan bin rakamının altında ya da civarında tutulması gibi.
Ah keşke akşamları açıklanan o turkuaz renkli tablodan uçup gittiği kolaylıkla hayattan da silinse salgının izleri.
Ama olmuyor. Ne kadar saklanmaya çalışılsa da hakikatin gün gelip görünme gibi bir özelliği var.
Pekiyi ya babacanlık?
Öyle ya, küfreden bakanların yanında Hulusi Kentmen misali babacanlık kötü mü?
Elbette değil ama babacanlık da kurtarmıyor salgından bizleri. Olsa olsa hastalanıp ölüme yol alırken ardımızda bize küfreden birilerinin yerine minnet sözcükleri eden birisi kalıyor.
Eh bu da bir gelişme diyebiliriz tek adamın siyaset tarzını düşünürsek...
Pekiyi ya o adı büyük anlı şanlı bilim kurulları? Hani her kararı almaya yetkili olduğu ifade edilen o koltuklar?
Onlar çoktan kendilerini taca atmışlar zaten. Bilim insanının kime karşı sorumlu olduğunu (iyi ihtimalle) unutup "danışmanlık" diyerek sıyrılmışlar işin içinden. Ya da öyle rasyonalize etmişler misyonlarını. Hem Lancet gibi saygın bir derginin editörü dahi, hem de İngiltere’nin danışma kurulunu kastederek bilim kurullarının "halkını yüzüstü bırakan bir hükümetin halkla ilişkiler kanadı” gibi davrandığını söylememiş miydi?
Demokrasinin beşiği Birleşik Krallık'ta durum böyle ise otokrat bir ülkede ne olabilirdi ki…
Ne yani, etkisiz ve yetkisiz olduklarını görüp istifa etmelerini mi bekliyordunuz? Bilmiyor musunuz bu topraklarda çalışmayan bir müessesedir istifa.
O halde geride ne kaldı? Nedir yeni stratejimiz?
Suçlama
Hastalanan, nefesi tıkanan, ateşi düşmeyen, her bir yanı ağrıyan, yoğun bakıma düşen, boğazına tüp takılan ve en nihayetinde bu dünyadan göçüp giden hastaların suçlanması elbette.
Bir de sessiz ve kimsesiz biçimde ölüp giderken ardında bıraktıkları için “Kızlarım küçük, sahip çıkarsınız değil mi?” diyen sağlık çalışanlarının ölümü.
Ama haksızlık etmeyelim. Hemen her gece etkili ve yetkili makamlarda oturup olana bitene bakıp duran bakanlar "dikkatli olun" demiyorlar mıydı?
Hemen her gece "endişeliyiz" demiyorlar mıydı bilcümle yetkili etkisizler?
Hemen her gece bilimin yüksek mevkilerinde yaşayanlar, aşağıdaki cahil cühela insanlara işaret parmaklarını sallayıp "yapmayın, etmeyin" demiyorlar mıydı?
Daha ne olsun.
Ah şu toprakların bir Brecht'i olsa da çıkıp dese bugünlerde: "Bizim evin duvarındaki / ıslak lekeye git sor: / o da bundan başka bir şey demez."
Anlayın artık, bir başınasınız bu cehennemde. Tüm sorumluluk sizde, elinizde. Ölmek de, kalmak da, sağlık da, hastalık da sizin sorumluluğunuzda.
Üçüncü binyılın bireyi de zaten bu değil mi? Her şeye muktedir bir heyula...
Zaten devlet dediğin nedir ki: Uyaran, parmak sallayan, had bildiren, olmadı hapse atan, süren ve süründüren bir heyula!
Bu topraklar başka türlü bir devleti hiç görmedi ki... Açlıktan nefesi kokan ve çalışmak zorunda kalan insanların derdinin maske olamayacağını görmeyi hiç istemedi ki… Dardanel’de, Vestel’de hasta hasta çalışmaya mahkûm edilenlerden yana hiç olmadı ki… Pandemi boyunca durmaksızın her bir kanaldan anlattığı olmayan başarı hikâyelerinin toplum üzerindeki etkisinin boş vermişlik olacağını zerrece umursamadı ki… Öyle ya, onun için önemli olan bekasıydı. Kendisinin bekası. Sadece kendisinin...
Ama bu toplum da zor ânımda yanımda olmadıktan, derdime derman olmadıktan sonra dünyanın en büyük bilmem kaçıncı ekonomisi olmanın ne anlama geldiğini de hiç sorgulamadı ki…
Bir arzu nesnesi olarak aşk ve nefret duyduğu, her daim içten içe savaştığı Batı’nın salgının etkilerini azaltmak için yurttaşlarına karşılıksız ekonomik destek sağlarken, neden bizde düşük faizli kredilerle yetinildiğini, kendisini neden borç batağına sürüklediğini, tüketici ve bayram kredileriyle memleketi Covid-19 salgınına nasıl olup da gark ettiğini hiç sorgulamadı ki…
Dünyanın “yeniden açılma” dediği kontrollü adımların bu ülkede neden “normalleşme” olarak isimlendirildiğini, küçük işletmeler yerine neden alışveriş merkezlerinden başlandığını, Türkiye’nin Vuhan’ı olan İstanbul’un kapılarının bir gecede ardına kadar nasıl olup da açıldığını hiç sorgulamadı ki…
Tıpkı lise ve üniversite sınavlarının, 15 Temmuz gösterilerinin ve Ayasofya’nın açılışına ülkenin dört bir yanından gelen binlerce kişinin kontrolsüz biçimde gelmelerini sorgulamadığı gibi...
"Ve yıkıldı gitti Likya"
Hasılı kelam her şey Melih Cevdet'in dediği gibiydi: "Felsefenin ekmeği yoktu, ekmeğin / [de] Felsefesi."
Muhalefet ise çoktandır yok hükmündeydi; silik, biçare ve ötekinin günahlarıyla aziz olmayı bekleyen bir sorumsuzlukla.
İyi ama ne çabuk oldu tüm bunlar. Nereye gitti ağacına, suyuna, hayatına ve yaşamına sahip çıkan o isyankâr gençler ve hep genç kalanlar. Nereye gitti Gezi zekâsı, Gezi’nin iyimserliği?
Ne çabuk yok oldular. Ne çabuk öldüler; bir yoğun bakım yatağı bile bulamadan Güneydoğu Anadolu denilen cennet cehennemde.
Hem daha karpuz kesecektik (!) Tüm dünyanın bizleri nasıl kıskandığını, Covid-19'daki başarı mücadelemizi nasıl örnek gösterdiğini birbirimize anlatıp kendi kendimize tatmin olacaktık.
Hem belki Dünya Sağlık Örgütü’nden bir ödül bile kapacaktık.
Hiç olmadı; "Bakın burası çok önemli," falan diyecektik her daim parlayan neon ışıklarının altında.
O da yetmezse hakikati dile getirenleri, "halkı paniğe yönlendirmek” yalanıyla valilere ihbar ettirip, bu zor günlerde bilim insanı olmanın anlamını hepimize gösteren Kayıhan Pala gibi sorgulatacaktık.
Ama bekle(ye)mediniz. Göçüp gittiniz -hem de yaşanacak çağlarda.
Neyse merak etmeyin; Ayasofya'yı açtık ibadete hem de elimizde kılıçla. Kılıcın kesip aldığı canların ardından bir selâ verip duanızı eksik etmeyiz. Kalanlar da o kılıcın gölgesine biat edecek nasılsa.
Ne demişti Behçet Aysan: “Yok başka bir cehennem / yaşıyor(uz) işte.” (birikimdergisi)