Bir mıhın kaybıyla bir nalın, bir nalın kaybıyla bir atın, bir atın kaybıyla bir süvarinin, bir süvarinin kaybıyla bir savaşın, bir savaşın kaybıyla bir memleketin elden gidebileceğini anlatan meşhur bir deyiş var. Bazıları bunu “bir mıh bir vatan kurtarır” şekilde söyler. Biri müsbet, biri menfi bu iki deyiş arasında çok önemli ve temel bir fark var: Bir şeyin “var olması” için sayılamayacak sayıda faktörler, şartlar, dengeler gerekli iken “yok olması için” ise ihmal edilecek kadar küçük ve önemsiz bir faktör veya şartın yokluğu yeterlidir.
Bir zamanlar, bir uçağın düşme sebebi Birkaç kuruşluk bir lastik conta olarak raporlara geçmişti.
Olmakla olmamak, yapmakla yıkmak arasındaki arasındaki kolaylık farkı arasındaki orantısızlık çok açık. Bu apaçık fark üzerinden bir tefekkür yürütelim:
Öncelikle bu hakikata kainatta hüküm süren dört temel fizik kuvvetten başlayarak bir göz atmak çok eğitici olabilir. Evrenin başlangıcında kendini bize takdim eden bu temel kuvvetlerden birinin bırakın olmamasını, mevcut değerden, ölçüden ihmal edilebilir derecede farklı olması durumunda bile hayatı netice vermek için ne uygun bir yıldız sisteminin ne de bir atomların var olmayacağı şüphe götürmez bir bilimsel realite. Bu kuvvetlerin “nasıl var olduğu, başka değil de neden bu değerlere sahip olduğu” soruları “Yaratıcı”ya ve “Yaratıcının ilim, irade ve kudreti” fikrine götürür öncelikle. Varlığının yanında değişmeden tüm evrende hüküm sürdürmekte olan bu matematik kesinliğe sahip düzende en ufak değişikliğe fırsat verilmesinin yine evrenin varlığı ile bağdaşmayacağı da bir realite. Bu da bizi Yaradan’ın yaratıcı vasfının yanında sürekliliği sağlayıcı, yani kayyum vasfına da götürür. Yani bu mıhlardan birinin düşmesini bırakın, azıcık esnemesi durumunda bile kainat denilen bu memleketimizin elden gideceği şüphe götürmez bir gerçek.
İkinci olarak, üzerinde doğup büyüdüğümüz yuvamıza, yer küreye bir göz atarsak. Yer küre sahip olduğu özelliklerinde yine çok hassas bir ince ayar kendini bütün çıplaklığı ile göstermektedir. Misal olarak, yeryüzünün hayata elverişli olması için vazgeçilmez olan özelliklerden sadece biri olan uygun ısının nasıl sağlandığı ve korunduğuna göz atmak yeterince fikir vericidir. Birkaç derece ısı farklılığı halinde nasıl bir felaketle karşı karşıya olacağımızı bilim adamları her vesile ile telaşla anlatıyorlar. Isı durumunu belirleyen o kadar çok şart var ki, yerkürenin büyüklüğünden güneşe uzaklığına, eksenindeki eğiminden dönüş süratine ve atmosferinin muhtevasından mimarisine kadar binlerce faktör sayılıyor. Sadece örnek olsun diye, havadaki karbondioksitin oranına azıcık dikkat etmek yeterince aydınlatıcı olabilir. Havada onbinde üçlük bir oranda bulunan karbondioksitin onbinde bir kaçlık bir farklılık olması durumunda, paralel olarak yükselen ısı artışının nasıl felaketler doğuracağını çevreci bilim adamlarından dinlemişsinizdir. Peki bu hassas derece nasıl dengede tutuluyor? Bunun için bitkilerin, özellikle de okyanuslardaki plankton denilen minik canlıların fotosentez denilen muhteşem bir fonksiyon ile ekosistemine dahil edilmesinin ne kadar hassas ve ince bir ayar olduğu yine su götürmez bir gerçek. Demek ki bu yuvamız çok dikkat ve itina ile inşa edilmiş ve aynı dikkat ve itinalı bakım sayesinde hayatımızın devamına hizmet etmektedir. yer kürenin diğer ince ayarlı yönlerini de özetle düşünürsek görürüz ki, milyonlarca mıh var ve bunlara dikkat ve itina bakılmazsa bu mıhlarından birinin bile zarar görmesi halinde zengin biyoloji dünyasının varlığını sürdürmesi söz konusu olamaz.
Yaşadığımız çevresel şartlar da aslında her şeyin ne kadar da değişebileceğini gösterir. Özellikle başlangıç şartlarındaki en küçük ve ihmal edilebilir bir değişikliğin bir süre sonra nasıl görmezden gelemeyeceğimiz felaketlere de neden olabileceğini anlatan “kelebek etkisi” artık herkesin malumu: Bir kelebek kanadının oluşturabileceği bir hava dalgalanmasının kıtalar dolaşan fırtınalara dönebileceği artık bilimsel bir gerçeklik. Buna depremlerden, şimşeklere, sellere kadar birçok büyük olayın çok küçük dalgalanma veya kıvılcımlardan kaynaklandığı da ilave edilebilir.
Bir de misafir olduğumuz bedenimize bakalım şimdi. Hayat denen şeyin ne kadar çok sayıda hassas dengelere bağlı malum. Sadece bu hassas dengelerin varlığı değil; aynı zamanda bu hassas dengelerin devamlılığı da sürekli ve itinalı bir bakıma işaret ediyor. Bu gerçek “inayet” denilen bizi sarıp sarmalayan, gözetip kollayan ilgi, sevgi ve şefkati aklımıza ve kalbimize gösteriyor. İçiçe o kadar sistem ve dengeler var ki? Bunlar itinayla dengede tutulmasa hayatımızın elden gitmesi kaçınılmaz. Bedenimizde sadece bir iki liralık iyot eksik olsa metabolizmamız da, zekamız da söner. Veya beden ısımızın birkaç derece dalgalanmasının hayatla bağdaşmadığı sıradan bir bilgi. Veya ondan fazla faktörün çok hassas ve karmaşık dengesinden hasıl olan kanama-pıhtılaşma sistemimiz bu faktörlerden birinin alt ünitelerinden bir tanesinde bir değişiklik söz konusu olduğunda kanımız ya pıhtılaşıp damar tıkanıklarına veya pıhtılaşamayıp basit bir yaralanma durumunda durdurulamayan kanamalara sebep olmakta, bunlara bağlı olarak da organ kayıpları, felçler ve ölümler söz konusu olmaktadır. Neredeyse tüm tıp disiplinlerinin bahsettikleri hastalıklarla bir mıhın kaybıyla hayatın nasıl elden gidebileceğinin örneklerinin sunduğunu söylemekle pek de yanlış olmaz sanırım.
Bu başlangıç değerlerine hassas derecede bağlı sistemlerin sosyal, ekonomik, kültürel olayları da belirlediği artık herkesin bildiği konulardan. Toplumların birbiriyle bağlı sistemler olduğu ve bir toplumdaki bir fikrin, bir hareketin tüm dünyayı ilgilendiren değişiklikleri tetikleyebildiği de çok örneklerle sabittir.
Dizginlen-e-meyen bir öfkenin, bir arzunun bir insanın tüm hayatının akışını, hatta yakın ve uzak çevresinin hayatının nasıl değiştirdiğine dair herkes tecrübelerinden, şahitliklerinden örnekler verebilir.
Hatta büyük tarihsel olayların bile bir tek olayla tetiklediği dünya çapında muazzam bir değişimlere neden olduğu bilinmektedir. Atılan bir kurşunun bir dünya savaşını tetikleyebildiği, bir bilim adamının bir antibiyotiği keşfiyle milyarların hayatını değişebildiği bir vakıa.
Şimdi de en güncel konuya gelelim; Korona virüsle tüm dünyanın gündemi haline gelen salgın gerçeği ve potansiyel sonuçları üzerine düşünelim. Aslında milimetrenin bir milyonda biri ebatında bir tek virüste meydana gelen küçük bir değişimin neler doğurma potansiyelinde olduğunu yaşayarak görüyoruz.
Bir buçuk milyon kadar virüs türü bulunduğu biliniyor, bir o kadar da bakteri söz konusu. Bunların çok azıyla tanış olduk şimdiye kadar. Bu muazzam çeşitlilikteki mikroorganizmalarının çok azı patojen yani zararlı. Fakat bir gün zararsız olan bu muazzam görünmez canlıların “tesadüfen” zararlı hale geçmeyeceğinin hiçbir garantisi yok. Mikro organizma bir tür değil; bir türün sadece bir ferdinin genetik kodlarında meydana gelebilecek çok küçücük değişiklik bu ihtimali realiteye dönüştürebilir.
Yani bir mikroorganizmanın bir genetik materyalinden bir “mıh düşer”se meşhur rasgele mutasyon denilen yolla. En masum mikroorganizma bile tam bir canavara dönebilir. Felaket senaryoları o kadar çok ki!. Hiç görülmemiş şey de değil. Tarih boyunca da bunun çok örneklerini görmüşüz. Bunları kesin olarak öngörmek ve önlemek de bu pandemi döneminde herkesin gördüğü gibi hiç de kolay değil. Tahmin yürütemediğimiz gibi bu kadar çok çeşitli, çok hızlı üreyen, çok zaman da görülmeden, hissedilmeden ummadık şekil ve stratejilerle karşımıza çıkan bu minik canlıların insanlığın hatta tüm canlılığın sonunu getirebilme ihtimalinin hiç de sürpriz olmayacağı ilgili bilimcilerce sık sık ifade ediliyor. Yani, bir tanecik virüsün bir tek genetik materyalindeki bir tek “mıh” düşer, tüm biyoloji hayat bile elden gidebilir.
Modern çağlarda bilimin kibirli iddiaları akla geliyor. Bilim ilerliyor, bilim yeterince ilerledikçe artık her şeyi öngörülebilecek ve ürettiğimiz teknoloji ile bütün tehditleri alt edeceğiz. Korkuların olmadığı güvenli bir cennet ütopyası hayalleri süslüyordu. Üstelik, bilim ilerledikçe neyin doğru neyin yanlış olduğu net anlaşılacak ve “iyi bir insan olmak için” metafiziğe dayanan din ve ahlaka gerek kalmayacağı iddia ediliyordu. Bilim ilerledikçe insanların hiçte “daha iyi”, daha uyumlu ve geçimli olmadığı iki dünya savaşı ile ayan beyan görüldü. Bilimin de, bilimle üretilen teknolojinin de ahlaksız ellerde bırakın güven sağlamayı kendisinin ölümcül tehditler oluşturduğu görüldü. Özellikle atom bombası ile. Şimdi de virüslerin insan eli ile üretilip biyolojik silah olarak kullanabilme potansiyeli için yeterince bilimsel alt yapıya sahibiz. Kişisel veya ülkesel bencilliğe sahip ahlaksız kitlelerin bu alt yapıyı kullanmasının önünde de hiçbir engel yoktur. Yani bilim geliştikçe yıkıcılığımızın imkanları artmıştır. Ahlaki olarak da daha iyiye gitmediğimiz için, bu teknolojik ilerlemeler akreplere, yılanlara, kaplanlara kanat takmıştır.
Şimdi ise bilimin geldiği seviyenin kendi başına üreme yeteneği bile olmadığı için canlılığı bile şüpheli olan bir virüs karşısında nasıl aciz ve çaresiz kaldığını görüyoruz. Diğer yandan sürekli konuşulan “ahlaksız bir zalim el” tarafından imal edilmiş bir biyolojik silah olmasının hiç de akıldan uzak olmadığı göz önünde bulundurulursa, bilimin kibirle “her şey kontrolümüzde” havalarının ne kadar yersiz, hele de “her şey iyi olacak” iddialarının ne kadar aldatıcı olduğu görülecektir.
BağlantıEvet anlamalıyız ki, bir tek çivisi yerinden oynasa yıkılacak bir sistemin yıkılmadan ayakta kalması bir inayetli elin koruması ve kollaması olmasa “elden gitmesi” için o kadar sebebi var ki? Bize bu kadar muhteşem bir koruma ve kollama sağlayan, tüm ihtiyaçlarımızı ayrıntılı bir şekilde karşılayan Rahman’a nakörlük ve isyanla karşılık vererek dünyayı kişisel ya da ırksal menfaatı için cehenneme çevirmekten çekinmeyen insanlar ve onlara sessiz kalmakla cesaret ve destek veren çevrelerinin bir parça mahrum bırakılması anlamından azıcık kendi haline bırakılması gibi bir cezayı hak etmiş olabilir miyiz diye düşünmek için yeterince gerekçe yok mu sizce?